Posts from the ‘öyküler’ Category

Beni Kimse Aldatamaz

x-default

Her şey aslında çok güzel başladı. İlk hafta her sabah ve her akşam aynı vapura biniyorduk. Oğlan çocuğu gibi kısacık saçlı kadınlara hayran olduğumu daha ilk gün anlamıştı. Eh ben de onun tam tipiydim, biliyorum. Zaten bu yüzden çok hızlı bir çarpışma olmuştu aramızda.

İkinci hafta hemen evlendik ve bir çocuk yaptık. Vapur yolculuklarımızda çocuğumuza ablası bakıyordu. Kız çocukları denizi sever, belki erkek çocukları da sever onu bilmiyorum. Ablası bizi rahat bırakmak için kızımıza vapurun balkonundan denizi gösteriyor ve sanırım bazı güzel hikayeler anlatıyordu.

Üçüncü hafta her şey bozulmaya başladı. Artık kızımız gelmiyordu vapur yolculuklarına, ama ablası hep bizimle. Saygısız… Ben bir şey demedim, kötü insan ben olmamalıydım. Hep hoşgörülü davranmaya çalıştım.

Ama ne olduysa dördüncü haftanın ilk gününde oldu. Akşam vapuruna o herifle birlikte geldi. Ablası olacak şeytan yanlarında oturuyor, denize doğru bakıyor, sanırım onları yalnız bırakmaya çalışıyordu. Sinirden ne yapmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Bu tür durumlarda iyi ve hoşgörülü insanlar ne yapar bilmiyordum. Ama kötü ve sinirli insanların ne yapacağı açıktı. Kararsızlığım vapur iskeleye yanaşıncaya kadar sürdü, siz de takdir edersiniz ki aldatılınca hoşgörülü ve iyi insan olmanın bir manası yoktur.

Ayağa kalktım karım olacak kadının yanına gittim:

– Çocuğumu bana bu herif yüzünden mi göstermiyorsun?

Diye haykırdım yüzüne.

Hani o anlamamazlıktan gelmek için aptal suratına bürünme vardır ya hepiniz bilirsiniz. Gözler sanki yuvalarından faltaşı olur, ağız böyle yarım açılır. İşte o surata büründü hemen hain.

Sonra biraz ileride oturan ablası olacak iblise bağırdım:

– Memnun musun evliliğimizi bitirdin işte. Ama çocuğumu sana bırakmam!

O aptal ifade, bulaşıcı bir maske gibi, surattan surata yayıldı. Vapur banklarında oturan herkese bulaştı.

Orospunun beni aldattığı herif ayağa kalkıp bir şeyler diyecek oldu ama ağzını açmasına fırsat vermeden burnunun üstüne kondurdum yumruğu. Kalktığı yere düştü…

Bütün vapura yayılmış aptal surat maskelerinin yana çekilerek açtığı yoldan geçip iskeleye indim.

Yürürken çok rahattım, kafam netti: “Çocuk da onda kalsın, hem ne belli benim çocuğum olduğu…”

Ömür

Kırk yaşında dede olmuştu Sadri. Aslında resmi kayıtlara göre otuz sekiz. Babası iki sene sonra yazdırmış nüfusa. O yıl nüfus sayımı için gelmiş memur, çocuğun nüfus cüzdanını isteyince babası yok demiş. Memur çok kızmış babasına, babası da;

“Beyim gidiyoruz nüfusa, kıpti yazıveriyorlar deftere. Müselmanız diyoruz, yok illa kıpti. Yazdırmayıveririm dedim ben de” diyesiymiş.

“Olsun” demiş memur, “devlet işi bunlar, kayıtsız olmaz. Kafanın basmadığı şeyleri kurcalama” demiş… “Hem çok ağır para cezası var.”

“Zaten devlet para almaya gelince adam yerine kor bizi” demek istemiş babası, ama susmuş. Ertesi gün de gidip kaydettirmiş Sadri’yi nüfusa, “kıpti” diye…

Ondan sonra her beş yılda bir nüfus sayımı gelmeden hemen önce gitmiş yaptırmış çocukların kaydını. O yüzden on beş kardeşin kimisi üç, kimisi beş yıl büyükmüş kafa kağıdında yazandan.

Diğer kardeşlerinin hiçbiri okumamış Sadri’nin. Kimisi ilkokulu üçüncü sınıfta, kimisi daha birinci sınıfta terk etmiş. Bazısı zaten hiç başlamamış bile. Nüfus kaydını soran devlet de gelip dememiş, bunları niye okula göndermiyorsunuz diye. Bir Sadri bitirmiş ilkokulu. Ama onun da sonrası yok.

Aslında sonrasını da istiyormuş ama yılmış artık, en arka sırada yalnız oturmaktan, öğretmenlerin “çingen oğlan” demesinden, çocukların bunla alay etmesinden, sonra alay edenleri dövmekten… Zaten babası da istememiş okumasını, vermiş eline klarneti.

Çalgıcılık oğlanların baba mesleği, klarnet çalınır, keman çalınır, darbuka vurulur… Kızlar bohçacılık yapar analarının yanında. Sadri klarneti de bilir, kemanı da darbukayı da. Yetenekli her bakımdan.

Babası çingene lafına çok kızarmış. “Biz Abdalız, Çingene değil.” Düğünlerde çalmaya gittiklerinde orada birisi çingene falan dese bunlara, çok bozulurmuş ama yutarmış hep, gülüp geçermiş. Ekmek parasını aldıktan sonra yolda küfür edermiş ama…

Daha o zaman Roman lafı da yok ortada, “Biz evde Abdalız, nüfusta Kıpti, sokakta Çingen…” diye söylenirmiş babası.

Sadri 17 yaşına geldiğinde apar topar evlendirmişler Hatice’yle. Ortada bir çocuk var nasıl evlenmeyecek?

Hatice 14 yaşında anne olmuş, 15 yaşında gelin.

Çok severmiş Hatice oğlancığı Hasan’ını. Ana mesleği bohçacılığı yaparken oğlanı sırtında taşımış hep. Diğerleri gibi, oğlunun çıplak ayakla dolaşmasına izin vermezmiş. Sarıp sarmalayıp sırtına bağladığında bile ayaklarına mutlak bir çorap giydirirmiş Hasan’ın.

Sadri 18 yaşında askere gitmiş. Acemiliği bittiğinde bunu vermişler bando takımına. Bando takımı dediysek, orduevlerinde subaylara keman çalmakmış işi…

Çingen takımı dermiş diğer askerler bunlara. “Ben Abdalım” diye düzeltirmiş Sadri ama gülerlermiş hep buna. Herkes ayırmak istermiş koğuşunu “çingen takımı” çalgıcılarından. “Çingen demek hırsız demek, arsız demek” diyen bir onbaşının burnunu kırınca önce disiplin koğuşunda bulmuş kendini, sonra askerliğini uzatmışlar.

Bir teğmen varmış, çok iyi davranırmış Sadri’ye. Diğerleri hep ismiyle hitap ederken, bu teğmen “Mehmetçik” diye çağırır diğer askerlerden bir farkı olmadığını gösterirmiş.

Bir gün öğle yemeğinin sonrasında teğmen, yemekhanenin oradaki kameriyeden, “Mehmetçik” diye seslenmiş Sadri’ye, “şu kantinden iki çay kap getir” demiş.

Sadri iki çay almış gelmiş, “otur” demiş teğmen, “al şu çayı, otur karşıma.” “Bak” demiş Sadri’ye, “bak oğlum senin ne yaşadığını biliyorum. Benim ninem de Roman.”

“Roman ne demek komutanım”

“Çingene, Abdal, Lom, Poşa, esmer vatandaş… Ne diyorsan kendine o işte.”

Şaşırmış Sadri, ilk defa kendilerinden birini böyle yüksek bir makamda görüyormuş.

“Benim nine Mersinli. Çingan derlermiş onlara oralarda. Dedem de Mersinin yerlisi Türkmenlerden. Ninem çok meraklıymış okumaya. İstemiyormuş, bohçacılık, elekçilik, sepetçilik, çalgıcılık falan yapmayı. Okuyup öğretmen olmak istiyormuş. Çevresindeki herkes çok gülüyormuş dalga geçiyormuş nenemle. İlkokulu bitirsin vaz geçer demişler. Ama bizim nine inatçı. İlkokul bitmiş ortaokul demiş, ortaokul bitmiş lise diye diretmiş. Lise’de tanışmışlar zaten bizim dedeyle. Aynı sınıftalarmış. Dedem aşık olmuş bu kara kuru kıza, arkadaşları hep alay etmişler dedemle, “kıptiye uçkur çözülmez” diye kızmışlar. Dedem vaz geçmemiş, evlenecem diye tutturmuş bu kez. Anası babası ne etse dinletememişler, dedem de inatçı, almış kızı daha lisede.”

Sadri’nin gözleri açılmış dinlerken.

“Sonra bu ikisi kaçmış gitmişler İzmir’e. Ailelerine söylememişler bile. Kızı hiçbir yerde işe almamışlar, dedem hem çalışmış hem okumuş hem de okutmuş nenemi. Sonra kendisi mühendis olmuş, nenem de öğretmen.”

Teğmen nefes almadan anlatmış, anlatmış. Çaylar önlerinde soğumuş.

“Nenem evlenince nüfus kâğıdı da değişmiş, kıpti yerine islam yazılmış tabii. Devlet anlamamış almış atamış bunu öğretmenliğe. Yalnız nenem hep saklamış kendini, işinden hayatından olmak istememiş. Bizim ailede gizli bir sır olarak tutulmuş bu, sonra öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Yanlış anlama onun Çingan olmasına değil bunu saklamak zorunda olmasına…”

Susmuş Sadri, susmuş hep. Kafasında bir sürü şey var ama soramamış. Aylardır burada ama hiçbir komutanla konuşmamış daha önce. Nasıl konuşulacağını bilememiş.

“Her şeye rağmen okumak bir çıkıştır Sadri. Daha yaşın genç okumak şansını zorlamalısın” demiş teğmen.

Susmuş Sadri.

“Okuman var mı?” diye sormuş teğmen, “ilkokulu bitirdim” demiş Sadri.

“Sana kitap versem okur musun?” demiş teğmen, “okurum” demiş Sadri.

Sonra teğmen kitaplar vermiş Sadri’ye, içinde romanlar, hikayeler, masallar olan kitaplar. Onları okumuş bitirmiş Sadri.

Sonra ihtilal olmuş. Almış götürmüşler koca teğmeni hapse. “Komünist” demişler, almış götürmüşler.

Tezkereyi alınca dönmüş Sadri memlekete. Okumak fikri yerleşmiş aklına ama çoluk çocuk var, çalışmak lazım, ekmek getirmek lazım. Hayat almış götürmüş Sadri’yi. Ama ah etmiş çocuklarını okutacak.

Hasan’dan sonra sekiz çocuğu olmuş Sadri’nin, hiç biri dinlememiş Sadri’yi okumaya heveslenmemişler.

Gerçi Hasan orta ikiye kadar gelmiş ama sonrası yok. Sonrası klarnet, sonrası keman, sonrası darbuka…

Hasan da evlenmiş 18’inde mahalleden bohçacı Gülüzar’la. Üç yıl hiç çocukları olmamış, sonra bir ölü kız doğurmuş Gülüzar. Çok üzülmüşler. Ondan üç yıl sonra da bir oğlan çocukları olmuş, adını “Ömür” koymuşlar, uzun ömürlü olsun istemişler.

Böylece kırk yaşında dede olmuş Sadri. Ama 41 yaşında da Hasan’ını kaybetmiş. Bir düğün çıkışında, damatla kapışmış para mevzuu yüzünden. Herif, “Çingen” demiş, “hırsız” demiş Hasan’a, Hasan da çekmiş bıçağı vurmuş herifi, vurmuş, vurmuş.

Damadın kardeşi de koşmuş evden av tüfeğini kapmış, sermiş Hasan’ı yere. Ne damat kalmış geriye ne Hasan…

***

Ömür dedesinin, ninesinin kucağında büyümüş. Babasını bilmemiş hiç, daha bebekken ölmüş. Dedesini bilmiş, dedesini sevmiş.

Anası hep üstüne titremiş Ömür’ün, kardeşsiz, yetim diye hep okşamış, hep koklamış. Hasan’ına aşıkmış hâlâ, evlenmemiş başkasıyla. Gönlü yatmamış kimseye. Kayınbabasının evine sığınmış yetimiyle.

Dedesi izin vermezmiş, Ömür’ün annesiyle ninesiyle bohçaya çıkmasına. Onlar dönene kadar oyunlar oynarmış Ömür’le, sokağa da salmazmış. Masallar anlatırmış oğlana, hikâyeler söylermiş. Akşam anası, ninesi gelince, oğlanı onlara emanet edip klarnetini alıp gidermiş işe. İşten gece dönermiş Sadri, geç dönermiş. Ama gelirken gofret getirirmiş, portakal getirirmiş oğlana.

“Bu oğlanı okutalım” dermiş Sadri. Okusun kendini kurtarsın istermiş. İlkokula yazdırdıklarında çok güzel önlük almışlar, bembeyaz yakalar almışlar, renk renk kalemler, kokulu silgiler, kalem kutuları, çantalar, yepyeni ayakkabılar…

Sonra gitmiş Sadri öğretmeniyle konuşmuş, demiş ki “Hocanım, biz bu çocuk okusun istiyoruz, arkadaşları olsun, kimse ayırmasın bizim oğlanı istiyoruz” demiş. “Hiç ezilmesin, büyük adam olsun istiyoruz, siz de yardım edin” demiş.

Öğretmen genç ve idealist bir kadın “siz hiç merak etmeyin, Ömür benim de evladımdır, hiç ezdirmem onu” demiş. “Benim de yeğenim var aynı yaşta, benim sınıfa aldık onu da. Yan yana oturturum onları arkadaşlık ederler, birlikte oynarlar, hiç ayırmam” demiş.

“Bir de bizim oğlanın Abdal olduğunu söylemezseniz çok sevinirim, bilirsin çocuklar anlamaz, üstüne giderler, üzerler oğlanı.”

“Maalesef haklısınız, ben bunun saklanmasından çok utanırım ama söylemem, merak etmeyin.”

***

Mutlu bir çocuktu Ömür. Okulunu çok seviyor, arkadaşlarıyla oyun oynamaya bayılıyor. Kafası da basıyor okuyup yazmaya, matematiğe… Sadri’nin gözleri parlıyordu oğlana her baktığında.

Sınıfta ilk okuyan o oldu, kurdelasını gururla taşıyordu. İlk karnesi hep pekiyi. Öğretmeni her şeye katıyordu onu, ödevlerine yardım ediyordu.

Ömür sınıfındaki bütün arkadaşlarını çok seviyordu ama Zeynep başka… Öğretmenin yeğeni güzel gözlü Zeynep’i her gördüğünde, kalbi büyüyor, bedenini taşıyordu.

Her gün yıkanıyordu Zeynep, mis gibi sabun kokuyordu. Ömür o kokuyu daha fazla alabilmek için, sıra arkadaşının uzun sarı saçlarını ona farkettirmeden kokluyordu.

Bir gün Zeynep doğum gününe çağırdı Ömür’ü. Ömür hiç bilmiyordu doğum gününün ne olduğunu ama onun evine gitmeyi, onunla oyun oynamayı çok istiyordu, kabul etti.

O akşam işe gitmemişti Sadri. Yemekten sonra oğlanla oturup oyun oynayacak, defterlerine kitaplarına bakacaktı.

“Dede, doğum günü ne demek?”

“İnsanların doğduğu güne denir.”

“Ne yapılır doğum günlerinde?”

“Valla oğulcuğum, biz pek yapmıyoruz ama işte pasta alırlar, hediye falan verirler doğum günü olan çocuğa”

“Benim niye doğum günüm yok?”

“Olmaz olur mu oğlum? Senin de doğum günün var.”

“Peki biz niye pasta almıyoruz, niye hediye vermiyorsunuz bana?”

Utandı Sadri, “haklısın oğlum bundan sonra kutlarız senin doğum gününü.”

“Tamam.”

“Dede!..”

“Efendim”

“Ne hediye alınır doğum gününde?”

“Niye soruyorsun oğlum bunları?”

“Zeynep beni doğum gününe çağırdı, gitmek istiyorum ama ne hediye alınır bilmiyorum.”

Canı sıkıldı Sadri’nin. Bu çocuğu nasıl götürecekti doğum gününe, hemen anlamazlar mıydı “Abdal” olduklarını… Ya sonra çocuğu ezerlerse, dalga geçerlerse…

“Gitmesen olmaz mı?”

“Ama dede bütün sınıf gelecekmiş.”

Canı daha da sıkıldı Sadri’nin. Üzmek istemiyordu oğlanı.

“Tamam” dedi, “gidersin…”

“Ne hediye alırız?”

“Kitap alırız.”

***

Sabahı zor etti Sadri. Ezanla birlikte kalktı yataktan. Suyu ısıttı, banyo yaptı, traş oldu, dudağının hemen üstündeki ince bıyığını kesti, yüzüne kolonya sürdü. İşe giderken giydiği takım elbiseyi giydi, ama papyonu takmadı. Komşusu Hüseyin’e gitti aceleyle. Ondan pembe kravatını istedi, onu taktı.

Bu arada Ömür de uyanmıştı, kahvaltı yaptırdı annesi, önlüğünü giydirdi, yakasını taktı. Sonra Sadri oğlanı aldı, birlikte çıktılar evden. Sadri Ömür’ü okul kapısından içeri yolladı, o sırada bahçe kapısında olan öğretmenini gördü.

Bir oh çekti, okula girmeye gerek kalmamıştı.

“Hocanım!..” diye seslendi, öğretmen duymadı.

Bir daha, birazcık daha yüksek sesle seslendi “Hocanım!..”

Bu kez duydu.

“Günaydın Sadri Bey, hoş gelmişsiniz. Hayırdır böyle sabah sabah”

“Bir maruzatımız vardı da…”

“Hayırdır…”

“Bizim oğlanı doğum gününe çağırmış da sizin küçük hanım”

“Evet Zeynep’in doğum günü var bu haftasonu, bütün sınıfı davet etti. Ömür gelecek değil mi?”

“Gitsin istiyorum da Hocanım… Yani nasıl söylesem, şimdi ben getirip bıraksam çocuğu, anlarlar belki… Üzmesinler oğlanı…”

“Yok bişey olmaz Sadri Bey, bütün veliler gayet iyi insanlar, böyle şeyleri dert edecek insanlar değiller, merak etmeyin.”

“Yani bilmem… Şu çocuğu el üstünde tutuyoruz, zaten yetim… Üzülmesini hiç istemiyoruz, büyük adam olsun istiyoruz… Şey diyorum, benim bir fikrim var ama olur mu bilmiyorum?”

“Nedir?”

“Yani eğer size zahmet olmazsa, ben o gün sabahtan, sizin eve getirsem Ömür’ü, siz götürseniz doğum gününe… Şey zahmet vermeyeceksek tabii…”

“Tabii Sadri Bey ne demek, ne zahmeti. Ben götürürüm Ömür’ü. Ama kendinizi bu şekilde saklıyor olmanız çocuk için de iyi değil. Bir gün bununla karşılaşacak bu çocuk. Bunun utanılacak bir şey olmadığını mutlaka anlatmalısınız Ömür’e.”

Sevindi Sadri, “çok teşekkür ederim, dediğinizi de yapacağım mutlaka, ama şu doğum günü de geçsin hele…”

“Peki” dedi öğretmen.

“Çok teşekkür ederim, Allah tuttuğunuzu altın etsin hocanım.”

***

“Yer ve Gök bir zamanlar evliymişler. Bu evlilikten altı oğulları olmuş; Bilgi Kralı, Güneş Kralı, Ay Kralı, Ateş Kralı, Rüzgâr Kralı ve Sis Kralı. Ancak Bilgi Kralı dışındaki çocuklar birbirleriyle hiç anlaşamaz hep kavga ederlermiş. Yer Ana ve Gök Baba onların bu kavgalarından çok üzülürlermiş. Bir ceza vermek için kendi aralarında bir boşluk bırakıp bu boşluğa bütün kavgacı çocukları hapsetmişler. Oysa oğulları kavga etmeye devam ediyormuş.

Bu beş kavgacı kral, bu boşluktan kurtulabilmek için anne ve babalarını ayırmaya karar vermişler Bilgi Kralı bütün kardeşlerine öğütler vermiş, böyle yapmayın, yanlış yoldasınız demiş. Diğerleri onu hiç dinlememiş ve anne ve babalarını ayırmak için; Ateş ve Sis Kralı babalarına; Güneş ve Ay Kralı ise annelerine saldırmış ama bu mutlu çifti birbirinden ayırmayı başaran Rüzgar Kralı olmuş.

Yer ve göğün ayrılmasından sonra, çocukların hepsi anneleriyle beraber kalmak, babalarını ziyaret etmek istediklerini söylemişler fakat anne, kendisine saldırmamış olan yani Ateş ve Sis Kralları’nı kabul etmiş ve diğer üç oğlunu göğe bırakmış. Ayrılma anında, göğe çıkacak olan üç oğul Yer Ananın elbisesine tutunmuşlar ve elbisenin kalkan kısımlarından dağlar oluşmuş.

Bilgi Kralı ise hem anasının hem babasının yanında kabul görmüş. Bunu kıskanan Rüzgâr Kralı, Bilgi Kralına güç veren ‘bilgi taşı’nı çalıp, bir üfürüğüyle dağların arasına savurmuş.

Bilgi Kralı daha sonra yüzlerce yıl boyunca, oğullarıyla birlikte dağ dağ, tepe tepe bu taşı aramış. Günün birinde herkesi korkutan bir ejderha canavarı bu taşı bulmuş ve saklamış. Bu taşın gücüyle insanları, hastalığa, açlığa, susuzluğa mâhkum etmiş. İnsanlar Ejderha’dan çok korkuyorlarmış ve taşı ondan almaya cesaret edemiyorlarmış.

Bilgi Kralı ve oğulları ve kızlarının yolu bu Ejderhanın olduğu dağa düşmüş. İnsanlar hep koşmuşlar yanına bize yardım et demişler Bilgi Kralına. Bilgi Kralı, Gök Babasının kendisine verdiği ölümcül silahı olan yıldırımı sağ eline alıp çıkmış Ejderhanın karşısına. Ama kardeşleri Ejderha’dan yana olmuşlar. Ejderha Ateş Kralından aldığı ateşi yollamış Bilgi Kralının üstüne, Gök Baba yağmur indirmiş, ateşi söndürmüş. Ejderha, Güneş Kralından aldığı ışığı yollamış Bilgi Kralının gözüne, Gök Baba bulut yollamış kesmiş ışığı. Ay Kralı yıldızları düşürmüş Bilgi Kralının üstüne, Yer Ana etekleriyle korumuş oğlunu.

Bilgi Kralı bütün zorluklara rağmen yaklaşmış canavara ve yıldırımı fırlatmış üstüne. Yıldırım ok gibi dosdoğru gitmiş ve ejderhanın etine sımsıkı saplanmış. Bu güçlü vuruş, bir darbede kötü ejderhanın ruhunu ve vücudunu paramparça etmiş. Ejderha dağın doruğunda sendelemiş ve çok aşağılara, dağın dibine düşmüş, orada kesilmiş bir ağaç gövdesi gibi serilip kalmış.

Bilgi Kralı tam bilgi taşını alacağı sırada, Sis Kralı ortalığı sise boğmuş, göz gözü görmez olmuş. Rüzgar Kralı ise bir daha üflemiş bilgi taşına ve yine bilinmeyen bir yere uçurmuş.

İnsanlar çok sevinmişler Ejderhanın yok olmasına. Ama Bilgi Kralı yine yollara düşmüş oğulları ve kızlarıyla, ‘bilgi taşı’nı bulmak için.

İşte bu Bilgi Kralının oğulları ve kızlarıymış Çingeneler, hala o taşı arar dururlarmış.”

“Çingene ne demek Dede” diye sorarsa Ömür’e bunu anlatmaya karar vermişti Sadri.

***

Doğum günü çok güzeldi. Ömür hayatında ilk defa bu kadar çok eğlendi. Hiç görmediği oyuncaklarla oynadı, hiç tatmadığı çok güzel pastalardan yedi.

Bir kitap hediye etti Zeynep’e, içinde güzel masallar olan bir kitap. Çok sevindi Zeynep, teşekkür etti Ömür’e, bir de yanağından öptü. Yanağından öptü…

***

Bir gün okul bahçesinde Zeynep’le beraber, bahçe duvarının üstünde oturuyorlardı. Sırtlarını demir parmaklıklara dayamış, Ömür’ün getirdiği leblebi tozunu, avuçlarına döküp döküp yiyorlardı.

Okulun alçak bahçe duvarının yanından bir kadın geçti, pembe şalvarlı, başının yarısını örten ve ense kısmından düğümlenmiş tülbenti ve sırtında bohçasıyla.

“Bohçacıııı!” diye bağırıyordu kadın.

Korktu Zeynep, hemen yere atladı oturduğu duvardan. Şaşırdı Ömür.

“Ne oldu Zeynep?” diye sordu.

“Çingene!” dedi Zeynep.

“Çingene ne demek?” diye sordu Ömür.

“İnsanların çocuklarını kaçırıp, sonra onları dilenci yapanlara denir.”

“Ama bu kadın sadece bohçacı, Çingene değil” dedi Ömür.

“Bohçacıların hepsi Çingene’dir. Pistir bunlar, hırsızdır, çocukları kaçırırlar.”

Sustu Ömür. Sonra zil çaldı, sınıfa gittiler. Hep sustu Ömür…

***

“Ne oldu bu oğlana böyle, hiç konuşmuyor bugünlerde. Sürekli bağırıp çağırıyor bize.”

“Bilmiyorum baba” dedi Gülüzar “benim de yanıma hiç gelmiyor, hiç yüzüme bakmıyor.”

Acaba doğum gününde bir şey mi oldu diye düşündü Sadri, ama o gün çok neşeli dönmüştü eve. Üstelik üzerinden iki hafta geçtikten sonra niye üzülsündü ki?

Öğlen okuldan dönünce, dayanamadı sordu Sadri:

“Neyin var oğlum hasta mısın?”

“Yok” dedi Ömür “bir şey yok.” Çantasını attı bir kenara üstünü soyunmaya başladı. “Öğretmen seni yarın okula çağırdı” dedi. Sonra gitti televizyonu açtı oturdu karşısına, bir tek şey daha söylemedi.

Sormadı Sadri, soramadı bir şey daha. Aslında neyin yanlış gittiğini anlamıştı ama öğretmene sormadan konuya girmek olmazdı.

Sabahı zor etti yine Sadri. Erkenden çıktılar evden Ömür’le. Ömür elinden tutmak istemedi Sadri’nin. Okula kadar dedesinden iki adım ilerde, başı öne eğik… Yürüdüler. Okula yaklaşınca oğlan fırladı ve koşa koşa okula girdi. Sadri üzüldü çok ama arkasından yavaş yavaş o da girdi okula, oğlanın aradaki mesafeyi açmasına izin verecek kadar yavaş…

Öğretmenler odasının kapısını tıklatıp, açtı kapıyı. Ömür’ün öğretmeni Sadri’yi görünce yerinden kalktı ve yanına gitti.

“Günaydın Sadri Bey”

“Günaydın Hocanım”

“Ben sizi şey için çağırmıştım. Evde bir şeyler mi oldu, Ömür son zamanlarda çok üzgün görünüyor, derslere, oyunlara hiç katılmıyor.”

“Ben de siz biliyorsunuzdur diye düşünüyordum Hocanım. Evde kötü bir şey de olmadı ama kaç gündür bu çocuk böyle. Sebebini biz de bilmiyoruz valla. Acaba arkadaşlarıyla mı bir şey oldu?”

“Bilmiyorum ki. Hiçbir şey de söylemiyor. Belki yarın piknikte biraz açılır.”

“Yarın piknik mi var? Hiç haberim yok benim.”

“Evet yarın okulca bir pikniğe gidilecek, söylemedi mi Ömür?”

“Yok Hocanım bir şey demedi. Bu akşam bir konuşsam mı acaba?”

“Dur bakalım Sadri Bey aceleye gerek yok, yarın şu piknik de bir geçsin, belki biraz açılır orada. O zaman konuşmak daha iyi olabilir.”

“Peki” dedi Sadri.

“Yarın piknik için bir şey lazım mı Hocanım?”

“Ekmek arası bir şeyler hazırlayıverin yeter. Sabah okuldan hep beraber çıkacağız, stada kadar yürüyeceğiz, oradan otobüsler alacak hepimizi.”

***

Sabah erkenden kalktılar. Gülüzar çeyrek ekmeğin arasına peynir koydu, domates koydu. Bir naylon torba içinde, ekmeğini verdi Ömür’e.

Haziran güneşi, sabah serinliğini yırtıyordu. Erken kalkmış kuşlar, sokaklara tek tük serpilmiş ağaçların dallarından sabah şarkılarını ötüyordu. Ömür iki adım gerisindeki Sadri’ye aldırış etmeden, başı önde yürüyordu. Okula yaklaştıklarında yine fırladı Ömür, koşa koşa girdi bahçeye. Durdu Sadri, arkasından baktı oğlanın. Bir şey demedi, döndü gerisin geri.

Okul bahçesinde öğretmenler, sabah kuşları gibi ötüşen çocukları sıraya sokmaya çalışıyordu.

“Ömür, Zeynep, Tuna, sıraya geçin çocuklar.”

Sıraya girdi çocuklar el ele tutuştular. Şarkılar söylenmeye başladı. En önde birinci sınıflar, en arkada ise beşinci sınıflar, arada diğerleri… Başlarında öğretmenler yürümeye başladılar. Stada kadar 15 dakikalık bir yürüyüş olacaktı. Fazlasında zaten çocukları zapt edebilmek çok zor olur.

Ömür en ön sırada, Zeynep ve Tuna’nın ellerinden tutmuş yürüyordu ama şarkılara katılmıyordu. Öğretmen sıranın başından sonuna sürekli gidip geliyor, çocukların düzenini sağlamaya çalışıyor bir gözüyle de Ömür’ü gözlüyordu.

***

Gülüzar Ömür’le kayınbabasını yolladıktan sonra bohçasını hazırladı. Bugün yalnız çıkacaktı, Hatice Ana hastaydı.

Evden çıkıp yürümeye başladı. Oğlanı okula yazdırdıktan beri, okulun önünden geçen sokaktan değil, yolu uzatmak pahasına arka sokaklardan gidiyordu. Yarım saatlik bir yürüyüşle stadın oraya ulaşıyor, stadın yanındaki sokağa girer girmez de başlıyordu mesaisi…

Kafası hep Ömür’deydi bugün Gülüzar’ın. Ne olmuştu oğlancığa, niye bu kadar üzgündü… Yarım saat kafasında hep bu sorularla yürüdü. Hasan’ının emanetiydi Ömür, mirasıydı, kıyamazdı…

Mesaisine başlayacağı sokağa geldiğinde ayıldı, eve ekmek götürme gereği ayılttı onu. Başladı işe…

“Bohçaaaacııı!..”

***

Stadın önüne şarkılarla geldiler. Otobüsler hazırdı. Tüm çocuklar otobüslerin önünde sıraya geçmeye başladı. Ömür suskundu hala. Öğretmeni yanına geldi, “hadi bakalım çocuklar otobüsün kapısında tek sıra olun, Ömürcüğüm en öne sen geç.”

Tam o sırada bir ses duyuldu öteden:

“Bohçaaaacııı!..”

Ömür bıraktı Zeynep’in, Tuna’nın elini, yüzükoyun yere uzandı. Ellerini bir pençe gibi yapıştırdı yere. Öğretmeni geldi, arkadaşları geldi. Tuttular kollarından ama sökemediler onu yerden…

 

Siyam İkizi

Mihai Criste

Mihai Criste

Yarım bir umut için kalkan ilk kadehin üstüne batan güneş, son kadehle yerine bıraktığı çaresizliğin üzerine doğuyor şimdi. Ufuk çizgisini tırmandıkça, yarı açık perdenin ulaşmadığı yerlerden sızmaya, geceyi renk renk sökmeye başlıyor.

Şafak, deniz şıpırtılarıyla yüklü ışıklarını, kızıl ötesi sesler gibi duyguların içinden geçiriyor. Bir mantığa, bir kalbe çarparak, şişelerce içilen şarabı seyreltiyor.

Aynı odada, geçen yıl bu zaman mutlulukla sarıldığım adama sırtım dönük yatıyorum. İki ayrı köşesine kıvrıldığımız yatağın ortasında, temassız, koca bir boşluk… Her türlü iyi hatırayı, sevgiyi ve güveni hiç varolmamışçasına yutan, umudu, köklerinden sökülen ağaçlar gibi oradan oraya savuran kötücül bir anafor…

Yeni başlangıçlar yapmak için balayı otellerini seçmek insanın, zaman karşısında mekanı kuşanarak direnme çabasının geleneksel yetersizliği. Zamanın, aralarına sokup büyüttüğü mesafeyi, mekanın tazeleyeceği belleklerle adımlayıp birbirlerine yaklaşacaklarına dair bir batılı batıl inanç.

Ama yolun, aramızda değil önümüzde, birbirimize doğru değil ayrı yönlerde uzadığı gerçeğinden kaçış yok.

Sevmenin yeterli olmadığı açık, kimse birbirimizi sevmediğimizi söyleyemez. İlk kocamı da sevmiştim, hem de çok…

Belki en başından yanlıştı her şey. Yaralı bir insanın, yaralarını sarmadan beyaz bir sayfaya açılması sadece “iyi günde kötü günde” sözleşmesine bağıtlanamıyor. Çatlayan vazonu tamir etmeden yeni çiçek koyamıyorsun. Çiçeğin güzelliği örtmez vazonun çatlağını, kırılacak olan kırılır…

***

Aşk, sevgi, güven… Hep bir başkası üzerinden tanımladığın varoluşunun anlam noktaları… Aslında bunları yaşamıyorsun da gereği gibi. Bu kavramları, taşıdıkları anlamları bizatihi kendisine yönelterek bir başka dünya kuruyorsun. Sevmeyi seven, aşık olmaya aşık bir kadınsın Evrim. Sadece güvenmek duygusuna güvenen… O derece tutkunsun ki bunlara, kalbinde asıllarını taşımaya yetecek yer bırakmıyorsun.

Yoksunlukların ruhunda yarattığı boşluklar, “aşk, sevgi, güven” diye kurduğun kabuksu bir dünyaya bağlıyor seni, oysa bunları gerçekten hissedebileceğin bir dünya var. Şu takıntılarından, korkularından kurtulsan gerçek dünyanın gerçek aşklarını, gerçek sevgilerini yaşayacak, gerçek bir güven duygusuyla tanışacaksın. Tutkuyla bağlandığın hayal dünyan, seni gerçek duygular dünyasına teyellemeye yetiyor ancak. Asıl soru şu, bunu niye yapıyorsun?

Cemil’de de bunu yaşadın mesela. Sen Cemil’e değil, “Cemil’e aşık olma” fikrine aşıktın. Bir düşün, her fırsatta eleştirdiğin o bencilliğine, paragözlülüğüne yönelik içinde büyüttüğün öfkeni hatırla. Hayatta en nefret ettiği şeyleri bunca taşıyan birine nasıl aşık olabilir insan? Sen Cemil’e aşık değildin, belki de hiç olmadın Evrim, bununla yüzleşmelisin önce.

Soner’in seni aldatması, seni bir başka kadın için terk etmesine yönelik kırgınlığındı belki “Cemil’e aşık olma”, hayır “herhangi birine bağlanma” fikrine seni hazırlayan. Önü ardı bu kadar belki de…

Bence Cemil yok, hiç olmadı, var olan sendeki boşluk. Kırgınlığın, yoksunluğun, kendine dönmüş öfken çekti seni bu tuzağa.

Aşk başka bir şey demiyorum sana, aklını topla. Aşk tam da kavramın kendisine hissettiğin tutkunun adı. Sadece onu insanlara kurgulamaktan vazgeç, aramayı bırak şeker… O geldiğinde sen zaten çoktan hazırsın, biliyorsun bunu.

Cemil’e gelince, onun bir başkasını seviyor olması aslında senin için bir şans. Olamayacak, oldurulması imkansız görünen bir evliliğin bitişi için anlamlı bir bahane. Kendine kurduğun kapandan çıkışın için bir vize…

***

Olmuyor, dışardan gelen, denize giren insan seslerinden değil, duygularımın ve mantığımın birbirlerine girme, parçalanma, birleşme devinimlerinin içsel çatırtıları yüzünden uyuyamıyorum.

Aklım ve kalbim; dünyamı yeniden kurmaya beni zorlayan büyük depremlerin, iki ayrı fay hattı gibi enerji enerji kırılıyor. Üzgün müyüm, kırgın mıyım? Canımı acıtan şey ne? Kızgın mıyım? O mu yarama tuz basan?

Tek bildiğim bir otel odasındayım, yatağın kenarına oturmuşum, başım ellerimin arasında… Gerisi çok karışık.

“Onu çok seviyormuş, hiç unutamamış, aslında beni de seviyormuş, ayrılmak da istemiyormuş” falan filan. Niye geldik o zaman buraya, senin onu ne çok sevdiğini paylaşmak için mi? Galiba kızgınım.

Ne çok yalanla çevriliyiz. Yalana karşı çok donanımsızım anlaşılan. Belki de emek verdiğim şeyin, aslında hiç var olmadığı gerçeğine karşı bu donanımsızlık. Yalan onun bana bunca zaman söylediği “seni seviyorum” değildi, benim bunun üzerine inançsızca kurduğum bir fikirdi belki de. Yalana değil gerçeğe öfkeliyim belki de…

Ama her şeye rağmen güvenmiştim ben Cemil’e. Konduramamıştım yalanı ona. Onun yerine yalanı ben söyledim kendime. Kendi yalanımı rahatça kurmak için her “seni seviyorum” sözüne “ben seni daha çok seviyorum”la yürümüştüm.

Allah kahretsin, insana ve kendime güveni yitiriyorum. Üzgünüm galiba, kırgınım…

***

İnsan hiçlikten içine doğduğu var oluşa güven duygusuyla tutunabiliyor Evrim. Hayat, annemizin memesinden ağzımıza, bir başka varlığa bağlanan varoluşumuzu yapılandırarak damlıyor.

Birbirimizle kurduğumuz ilişkileri hep güvenmek üstüne inşa ediyoruz. “Dünya bizim iyi yanlarımız üzerine kurulu” demişti yakın bir arkadaşın, hatırlıyor musun?

İnsan ne sadece iyi olabiliyor ne sadece kötü. İyi ve kötü yanlarımız, yaratılışımızın siyam ikizleri.

Bir arada yaşayabiliyorsak, her şeye rağmen birbirimize emanet bir hayatı yaşıyor olmamızdan. Komşumuzun kapımızı kırıp bize tecavüz etmeyeceğine, canımıza kıymayacağına olan inancımızdan. İşte bu iyi yanımıza, güven diyoruz şeker, diğer her şeye, herkese olan güven…

Ama hayatta, hırsızlar da var, katiller de, tecavüzcüler de… Biliyorsun. Bu gerçeğin, hiç de iyi bir dünyanın gerçeği olmadığının da farkındasın. Bu bilgi nedeniyle korkularımız, kurallarımız, cezalarımız var. Güvenmediğimiz yerleri yasalarla, yaptırımlarla dolduruyoruz. Güvenin bittiği yerde hukuk başlıyor yani.

Eski çağları düşünsene, ilk bir araya gelmeye, toplumlar oluşturmaya başlayan insan topluluklarını… Birbirine güvenmekle başlayan aileler büyüdükçe, kuralların güvenin yerini almaya başlamasının izini sürdüğümüzde neyin evrimini görüyorsun? Toplumlarımız genişledikçe ilişki biçimlerimiz karmaşıklaşıyor ve her yeni çıkan alanı kurallara, kanunlara bağlama zorunluluğu da büyüyor. Her kuralı, karşılıklı kabullerle, sözleşmelerle kabul ediyoruz. Modern toplum şeker, sözleşmelerle kuruluyor maalesef…

İyi yanlarımızla kurduğumuz dünyamızı, ancak kötü yanlarımızı dizginlemeye çalışarak sürdürebiliyoruz.

Kendiliğinden gelen güven, ailen, arkadaşların, sevdiklerin eliyle inşa olur. Anneden başlayıp, halka halka, bir toplumsal iradeye dönüştürdüğümüz, bizi bir arada, bir toplum gibi yaşamaya gönüllü yapan şey o sahici, kendiliğinden olan güven değil mi?

Hukukla, kurallarla, cezalarla yaratılan sözleşmeli güveni ayakta tutmak için bir “zor”a ihtiyacımız olması da bizim “kötü yanlarımızın” sonucu değil mi? O “zor”a “güvenlik kuvvetleri” dememiz seni güldürmüyor mu şeker?

Sen Cemil’le evliydin, “iyi günde kötü günde”ye sözleşmeliydin. Şimdi sözleşmen ihlal edildi sadece. Bunun içinde, aşk araman, güven araman gereksiz. Aşık olsaydın ve güvenseydin evlenmezdin zaten…

Her şey bir tarafa, üstüne kurduğumuz, kendiliğinden ya da üretilmiş olan “güven” duygusunun çekirdeğinde özgüvenin var olduğunu yadsıma sakın. Senin duygusal ve akli bütünlüğünü yeniden kurman için, o darmadağın ettiğin çekirdeğine, özgüvenine ihtiyacın var aslında.

Senin çatışman, Soner’le ya da Cemil’le değil, kendinle… Önce içindeki çocuğun başını okşaman, onunla barışman ve onu sevmen gerekiyor. Yoksa mesele Soner ve Cemil üzerinden kurguladığın toptan bir güven kaybı değil. Kendine olan özsaygınla ilgili…

Oysa sen, babanın her gün dövdüğü sonra da başka bir kadınla terk edip gittiği annenin gözyaşlarıyla ağlıyorsun hala…

***

Ne zaman kalktım yataktan? Ne zaman şifonyerin önüne oturdum? Aynaya yansıyan bu yüz benim mi?

Cemil hala uyuyor. Romantik olsun diye başlanan, sorgulamalarla süren, “onu çok seviyorum, seni de seviyorum” cümlesiyle biten gecenin yükü, onda horultulara, bende ise ucu ucuna eklenen sigaralara dönüşüyor. İyi, uyusun bakalım…

Şu gözlerimin haline bak… Ağlamış mıyım ben? Makyajımı da silmemişim, akmış…

İnsan, aklı mıdır, yoksa duyguları mı? Yoksa bizi belirleyen, arasında normal sayıldığımız, ucundan taştığımızda, ilaçlarla, doktorlarla, arkadaşlarla ite kaka içine tıkıştırıldığımız, sınır çizgilerimiz mi?

Çok fazla soru soruyorsun Evrim. Ama cevapları yanlış yerde aradığın için kayboluyorsun. Gerçeklik dünyasına ait soruların cevaplarını, kendi kurgu dünyanda bulamayacaksın. Bu yüzden önce yüzleşmen gerek. İçindeki siyam ikiziyle, aklınla, kalbinle, dünyanla hesaplaşmalısın.

Evet, bunu yapacağım şeker… Nasılını bilmiyorum ama yol bu…

– Evrim

– Evriiim

– Hıı, efendim

– Ne yapıyorsun?

– Çantamı topluyorum Cemil.

– Bunu akşam çözdüğümüzü zannediyordum

– Çözmedik Cemil… Ben çözmedim en azından…

Karar Anı (Deli Hikayeleri 1)

deli_dana_sSabah 7:00’de kalktım. Normalde mesaim 9:00’da başlıyor ama bugün 8:30’da toplantım var. Kahvaltıyı poğaça çayla işyerinde yaparım, duş alıp hemen çıkmam lazım.

İnsan, hayatını sürdürmek için ne çok şeyle uğraşmak zorunda. Gündelik hayatını devam ettirebilmek için bile bir sürü uğraş veriyorsun. Duş alacaksın, traş olacaksın, günde en az iki kere dişini fırçalayacaksın, gömleğin ütülü, saçların taralı, ayakkabıların boyalı olacak… Günde üç kere yemek yiyeceksin, ara sıra tuvalete girmen, sık sık ellerini yıkaman gerek… Dolmuşa binmek, para çekmek, doğalgaz kartına kontör yüklemek için sıra bekleyeceksin… Bazen çok yorucu oluyor bunları takip etmek, unutabiliyorsun bazı şeyleri. Ben ara sıra traş olmayı unutuyorum mesela…

Duş, diş, traş ardından, tam kurulanmadan giyinip dışarı attım kendimi. Saç kurutma makineleri boşa zaman kaybı. Vuuu vuuu tutuyorsun saçlarına, bir türlü bitmek bilmiyor saçlarındaki ıslaklık. Saç diplerin kurumuyor beş dakika falan uğraşsan da. Üflediği sıcak havadan diyorlar ama bence vücuduma elektrik verdiği için saçlarım kabarıyor, kıvırcıktan kabarık dalgalıya dönüyorum. Hiç sevmiyorum kabarık dalgalı halimi, sonra gün içinde kirlenip, yağlanıp yatışmayı, kıvırcığa dönmeyi bekliyorum. Kirlenmek elektriğimi alıyor.

Saat 7:30’da dolmuş kuyruğuna yaklaşıyorum. Dolmuş durağında bekleyen on beş kişi var. İlk durak olmadığı için kısmen dolu gelen minibüsler, birer ikişer kişi alıyor bu sıradan, Allahtan sık geliyor dolmuşlar. En geç yirmi dakika falan sonra binebilirim, iş yerine ulaşmam da yarım saat sürse 8:25 gibi işyerindeyim. Poğaçaya da vakit kalmayacak. Tam dolmuş kuyruğuna ilerlerken, bir otobüs geçip duruyor durakta. Otobüsleri sevmiyorum hiç, tıkış tıkış yolculuklar çok bozuyor sinirlerimi. Dolmuş daha iyi, en azından bir yere oturuyorsun, bir şeyler okurken falan zaman geçiyor.

Otobüsle dolmuşun rotaları farklı. Aynı yere, birbirlerine zıt istikametlerden gidiyorlar, o yüzden durakları karşı karşıya. Aralarında on metre genişliğinde bir yol var. Sabahın bu saatinde vızır vızır arabalar, servis otobüsleri, dolmuşlar, taksiler geçer bu yoldan.

Şeytan vesveseler fısıldar arada kulağıma, şimdi de “otobüse bin, poğaça ve çay için vakit kalır” diye söylüyor. Çok emin değilim, oturarak gitmek mi, işyerinde kahvaltı mı? Biraz duralıyorum, çay ve poğaça iyi olabilir diye, yola atlayıp, arabaların arasından hızla otobüse koşuyorum. Fakat yetişemiyorum. Arkasından koşa koşa gidiyorum birkaç saniye, bağıra çağıra el sallaya sallaya otobüsü yavaşlatsam binebilirdim. Olmadı, elimde çanta, ayağımda kundurayla, yetişme ihtimalim hiç yoktu zaten. Gerçi o kısa kararsızlık anı olmasaydı yetişirdim…

“Neyse kahvaltı yapmasam da olur” diye düşünerek karşıya geçip, dolmuş kuyruğunun en arkasından sıraya giriyorum. Bu toplantı önemli. Kurula yeni katılan müfettiş yardımcılarının eğitimi için haftada bir cuma günleri yapılıyor. Ben de onlardan biriyim daha birkaç hafta oldu işe başlayalı ve bu benim katılacağım ilk eğitim toplantısı. Geç kalmak zaten hiç iyi bir şey değil, ama ilk toplantıya zamanında gidemezsen, üstatlardan fırçayı yersin. Fırçalanmayı hiç sevmem, ilk günden kötü bir izlenim bırakmaktan ise nefret ederim. Sonra onu düzeltmek için çok çaba harcaman gerek. Ama şükür ki şükür vaktim var daha.

Bunları düşünürken birkaç dolmuş geldi, birer ikişer aldı sıradakileri. Yedi sekiz kişi var önümde, üç ya da dördüncü minibüse binerim. Bu sırada karşıya bir halk otobüsü yanaştı. Saatimi kontrol ediyorum 7:37, hala çay ve poğaça için vakit var. Yine bir kısa kararsızlık anından sonra çay ve poğaçaya, pardon otobüse doğru koşmaya başlıyorum. Arabaların arasından duraklaya duraklaya geçene kadar otobüs hareket etmeye başlıyor. El ediyorum falan ama tıka basa dolu otobüsün şoförü umursamıyor. Gözlerime baka baka geçip gidiyor yanımdan.

Mecburen dolmuş sırasına döneceğim ama kuyruk yeniden on beş kişi olmuş. Sıranın arkasına geçsem muhtemelen geç kalırım. Dolmuşun ilk durağı bizim bulunduğumuz yerden 150 metre kadar uzakta. Koşa koşa oraya gitsem biraz zaman kazanabilirim. Doğrudan oraya doğru koşturmaya başlıyorum Niye taksiye binmiyorsun diye sorduğunuzu işitir gibiyim, boş taksi bulsam durur muyum, deli miyim ben?

Geceleri çok geç uyuyabiliyorum, o yüzden de sabah uyanmalarım tam bir işkenceye dönüşüyor. Yıllardır böyle bu, ara ara erken yatma denemelerim oluyor elbette, ama yatakta döne döne yine gece üçleri buluyor sızmam. Hafta içinde biriken uykusuzluk Perşembe Cuma günleri çok yorucu oluyor tahmin edersiniz. Ama hafta sonları öğlene kadar uyuyorum mis gibi. Bugün Cuma, uykusuzluk yorgunluğunun zirve günü ama yarın çok uyuyacağım. Hayalim bu…

Elimdeki çantayı sallaya sallaya, tak tuk tak tuk koşturuyorum ilk dolmuş durağına doğru. Bu sırada yanımdan bir belediye otobüsü geçiyor, bugün çok sık otobüs geçiyor nedense. Elli metre ileride otobüs duruyor, benim dolmuş durağının tam karşısı oluyor burası da. Bu kez fazla düşünmeden atıyorum kendimi yola ve hızla geçiyorum karşıya. Sıkı bir depara kalktım, yakalayacağım otobüsü… Tam geldiğimde otobüs hareket ediyor yine. Nefes nefeseyim bağıracak, ıslık çalacak halim yok son bir gayret otobüsün arka kısmına bir iki tokat vurup durdurabilirim diye hamle yapıyorum ama nafile… Elim ulaşmadan otobüs hızını alıyor, ellerimin arasından kaçırıyorum resmen.

Bu son deparla nefes nefese kalsam da dolmuşun ilk durağına hesapladığımdan bir iki dakika erken ulaşabiliyorum. Bu da iyi. Saatim 7:45 vakit var hala… Karşıya geçiyorum dolmuş durağında on beş kişilik bir sıra var yine ama burası ilk durak, boş gelir minibüsler. İkinciye binerim… Sıranın arkasına geçtiğimde ilk araç geliyor ve on üç yolcuyu yükleniyor. Neyse bu sefer şansım döndü gibi erken geldi ilki, ikincisi de şimdi gelir biner giderim. Nefesim düzelmedi hala, sigaradan hep bunlar. Dolmuşa binmeden hemen önce sigara yakmam hiç. Özellikle kışın üstüne yapışır kokusu. Bindiğinde mutlaka buna takacak bir yaşlı teyze bulunur o dolmuşta. Laf sokmaz ya da azarlamazsa, en azından kötü kötü bakar, cık cık diye kendi kendine söylenir o teyze mutlaka. Şimdi de yakmıyorum ama çok strese girdim, yatışmak için bir tane yakabilsem ne güzel olurdu, ama o teyze mutlaka binecek, biliyorum…

Saat 7:55’i buldu, ikinci dolmuş gelmedi bir türlü. Gerilimim artıyor, sürekli saatimi kontrol halindeyim. Bu sırada bir halk otobüsü geldi karşıya durdu, ama bu sefer kararlıyım çıkmam sıradan, kanmam yalancı şeytana.

Alçak otobüs tüm cezbediciliğiyle beş dakikadır durakta. Saat 8:00… Acaba? Koşsam mı otobüse? Birkaç saniyelik kararsızlıktan sonra fırladım dolmuş sırasından karşıya doğru. Benim sıradan çıkmamı beklermiş gibi halk otobüsü de hareket etti duraktan. El etsem de faydasız, durmadı, biraz daha önde olsam atacam kendimi önüne, dursa da durmasa da. Sonuçta en fazla görev şehidi olurum. İşe yetişmeye çalışan devlet memuru, otobüsün altında kalırsa şehit sayılır mı? Bence sayılmalı, millete hizmete koşuyorsun sonuçta…

Ne şehit olabildim, ne otobüsü durdurabildim, nefes nefese bir gazi olarak yönümü dolmuş durağına döndürdüm yeniden. Sıra yeniden on beş kişi. Galiba ağlayacağım…

Bu kez bekleyeceğim boş dolmuşu, dünya yıkılsa çıkmam sıradan… Saat sekizi on geçiyor hala on altıncıyım. Gelmedi dolmuş, sanırım artık geç kalışım için uygun mazeretler bulmaya başlasam iyi olacak derken, bir boş taksi gelip duruyor dolmuş sırasının önünde. Bir kişi atlıyor hemen taksinin kapısına ve sıradakilere sesleniyor, “Kızılay’a gidecek var mı?” Tamam buna binmem lazım, iki kişiyle birlikte koşup taksinin arka kapısına yapışıyoruz. Ben tam sıradan çıkarken benim önümdeki yaşlı amca da niyetleniyor ama takmam bu sefer, vurup omzu geçiyorum yanından. Arkamdan bir şeyler söylüyor ama duyacak halim yok, bu taksiye bineceğim. Geçip arka kısım ortaya oturuyorum. İki yanımdan sıkıştıran iki adamın arasında, kucağımda çantamla otururken iki tane boş minibüsün dolmuş durağına geldiğini görüyorum

İş yerine ulaştığımda saat 8:40’ı buluyor. Koşa koşa asansör kapısına ulaşıyorum. Asansörün önünde promosyon arkadaşıma rastlıyorum. Müfettişlikte aynı dönem işe başlayanlara promosyon deniyor, polislikteki, askerdeki devre olmak gibi bir şey. Ali’ye rastlamak iyi hissettiriyor, en azından tek geç kalan ben değilim.

“Günaydın Ali”

“Günaydın…”

Ali çok rahat, gecikmiş olmaktan dolayı pek sıkıntılı değil gibi. Gerçi tanıdığım kadarıyla biraz rahat bir insan kendisi. Böyle şeylerden, benim gibi strese girecek, panikleyecek bir insan hiç değil.

“Kardeş geciktik, fırçayı yiyeceğiz şimdi” deyip stresimin bir kısmını ona yüklemek istiyorum.

“Neye geciktik?” diye soruyor.

“Muavin yetiştirme toplantısına”

“Yarın değil mi o?” diyor, hafif bir tedirginlikle.

Ruhum bedenimi kulaklarımdan terk ediyor galiba. Ayak parmaklarımdan başlayıp başıma kadar birkaç salisede ilerleyen irkilme ve arkasından gelen kulak yanmasının başka bir açıklaması olamaz. Evet, bugün Perşembe.

Böyle böyle delirdim ben…

Kuş Adam Kuş

kuş adam kuşTik tak tik tak tik tak… Saatin sesleri zamanı taşıyordu uzandığı kanepeye. Taaa babaanneden kalan duvar saatinin elli yıllık sarkacı, geçmişle gelecek arasında gidip gelirken, tik takları şu anın varlığını hatırlatıyor.

Dört yüzyıl önce Galileo, tasarımını yaptığı sarkaçlı saatin yapımını göremese de, sarkacın salınım zamanının sabit olduğunu fark eden ilk kişiydi. Peki, sarkacın, yalnızca zamanı dakikalara değil, duygusal med cezirlerimizi de, kaygılara, beklentilere, umutlara, hayal kırıklıklarına, sevince, hüzne bölüştüreceğini tahmin etmiş miydi?

Bilmem kaçıncı işinden ayrılmasıyla, sevgilisinin terk etmesinin aynı güne denk gelmesi talihsizlik nereden baksan. Otuz yaşında ve annesinin evinde bir kanepeye uzanmış, hep yarısını yaşadığı mutluluklardan, üzüntülerden kendine diktiği yamalı bir hayatın sorgulamasını yapıyor.

Ne zaman düşse kendini tekmelemeyi pek iyi becerir zaten. Hafızası, geçmişinde onu yaralayan her şeyi, bugünün sıkıntısına eklemek için ayrıntılandırır. Şimdi de zihin sarkacı ayrılık odağından bir düne bir bugüne taşıyor adamı. İlgisiz çocukluk anılarını bile travma travma yüklenerek bugüne biriktiriyor.

***

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyor. Beynine hücum eden kan ve sürekli yön değiştirerek esen rüzgar, zamanla algıları arasına bulanıklık perdesini çektiğinden beri güneşin yerini tespit edemiyor.

Uçuş talimlerine başladığı gün, kanatlarının, sadece karnını doyurmaya değil, rüzgarın nefeslerini koltuk altlarında hissedeceği dalma çıkma oyunlarına yarayacağını da keşfetmişti.

Sadece “hayatta kalmaya” çalışan diğerlerinin kanatlarını, onlara takılan fazlalıklar olarak görmüştü hep. Aklı bir karış yerdeydi bunların. Nerede ekmek kırıntısı var, hangi insan yerlere yemler serpiyor bunun peşinde geçen bir ömür. Uçmasalar da olur aslında…

Şimdi yine aynı umarsızlıkla, aynı gündelik hayatta kalma içgüdüsüyle dönenip duruyorlar çevresinde. Bazılarının “oyun oyun diye bak ne hale geldin” diyen bıyık altı gülüşlerini de hissediyor. “Bak” diyorlar sanki, “bak bize yakıştırmadığın kanatlarımızla hayattayız hala, seninse nefesin sayılı…” Onların kanatları hayatta kalmaya yararken, kendisininkiler çırpındıkça daha fazla doluyor ayağını ağa.

***

Anadolu lisesini kazandığında çok başarılı bir çocuktu. Sadece derslerde değil oyunlarda da… İyi bir satranç oyuncusu, futbolda, basketbolda aranan, takımlara giren, evcilik oyunlarının yaratıcı babası, saklambaçlarda bulunamayan, en eğlenceli bilmeceleri soran neşeli bir çocuk.

Okul koridorunda yakalamaca oynarken bir gün, İngiliz Turgut’a çarpmıştı. Okulun en iyi İngilizce hocası olduğu ne kadar tartışmasızsa, dengesiz bir adam olduğu da bir o kadar kuşku götürmezdi İngiliz Turgut’un. Önce yanağına bir şaplak atmıştı, sonra gevşemiş kravatını sonuna kadar sıkmaya, hatta boğmaya başlamıştı. Bir yandan da küfürler ediyordu. “Nefes alamıyorum” dedi belli belirsiz ve son bir tokatla serbest kaldı.

On bir yaşındaki bir çocuğa niçin kravat taktırılır? Yaşamın renklerinden, kokularından, seslerinden, neşelerinden başı dönmüş çocukları, maddi gerçeklere sabitlemek için mi?

Özgür ruhlu bir tayın hikayesini okumuştu bir zaman. Her fırsatta çayırlara kaçan neşeli bir tay… Ona sahiplenen adam, dizginlemek için yaşam sevincini, bukağı vurmuştu ayağına.

Tay neşelerimizden, sütçü beygirlerinin boyun eğmişliğine dönüştürülmek için bukağılanmaya başlıyoruz daha on bir yaşımızda…

İngiliz Turgut’un dersiydi yine, “false” (yanlış) kelimesini öğretecek… Çok zor bir matematik denklemi yazdı tahtaya “kim çözecek bunu” diye sordu. Hesapta, biri kalkacak yanlış çözecek ve o da “false” kelimesini gösterecek… Sonra doğru çözümü kendisi yazıp “true” (doğru) nun ne olduğunu öğretecek. Çocukluk işte, mevcut plandan habersiz, İngiliz Turgut’la arayı düzeltmek için kalkıp tahtaya doğru şekilde çözmüştü denklemi ve ayarsız bir azar işitmişti. Gözlerinin dolduğunu hatırlıyor, doğruyla yanlış birbirine karışıyor çocuk aklında. Sırasına döndüğünde kravatını yokluyor, bukağısı da sıkı halbuki, neyin azarı bu öyleyse?

Tik tak, tik tak, tik tak…

***

Saksıya yapılan yuvadan düştüğünde, gözleri açılalı çok olmuştu ama uçamıyordu daha. Kedi korkusu içgüdüselse, çocuk merakı da içgüdüseldi. Ama şansı yaver gitmişti, merak içgüdüsü avlanma içgüdüsüne baskın bir kedi yavrusuydu karşısına çıkan. Korkuyla karışık bir merakla bakıyorlardı birbirlerine. Küçük pati hareketleriyle bir sağa bir sola devriliyordu. Birkaç dakikalık bu macera, bir adamın onu alıp zemin kat balkon kenarına kurulu saksı yuvasına bırakmasıyla sona ermişti.

Belki bu deneyimi nedeniyledir korkuyla merakı hep birbirine karıştırması…

***

Kalktı uzandığı kanepeden, masada duran kafesin açık kapısından uzattı elini içeri. “Cici Kuş” bir hamlede sıçradı işaret parmağının üstüne. Kafesin dışına çıkar çıkmaz uçtu.

Kanepeye dönüp uzandı yeniden. Odada amaçsız birkaç tur dönen kuş da gelip kondu göğsüne. Mavi beyaz kafasını dayadı ağzına. Ne zaman canı bir şeye sıkılsa Cici Kuş’la dertleşir.

İlk geldiğinde Cici Kuş çok küçüktü, iki aylık falan. Oyuncu bir şey. Kafesinin kapısı hiç kapatılmadı. Ne zaman istese çıkabilirdi. Evin diğer bireyi kıvırcık, beyaz teriyer “Garip”le oynaşmayı severdi. En sevdiği oyun, Garip’in sırtına konup beyaz tüylerini çekiştirmekti, sonra bir uçuşla önüne konar, seke seke ve bağıra çağıra köpeği provoke eder. Ama Garip, orta yaşını geçmiş olgun bir köpek, oyuna pek dahil olmaz, birkaç yalancı diş sallamayla geçiştirirdi.

Olgunlaşmak alışmak demek, şaşırmamak demek. Öğrendiğin şeylere uyumlanırsın zaman içinde. Muhabbet kuşları olgunlaştıkça burunları mordan laciverde dönüşür, bir de oyunları yerini dertleşmelere bırakır.

Artık Cici Kuş da oynamak yerine dinlemeyi, merak etmek yerine konuşmayı tercih eden lacivert burunlu bir yetişkin.

Doğal ortamından uzak bir kafeste olgunlaşan muhabbet kuşları konuşmayı da öğrenir. Taklit etmek diye düzeltir bazıları, hayır konuşurlar. Konuşmak iletişim kurmaktır, onlar da sizinle iletişim kurmak için sizin dilinize tercüme eder düşündüklerini.

O kuş beyinli diye dalga geçtiğimiz muhabbet kuşları var ya, zaman içinde sizinle iletişim kurabilmek adına birkaç kelime de olsa, konuşabilirler. Ya sen insanoğlu, hiç cikcikledin mi? Onun dilini küçümseyen sömürgeci kibrinle, iletişim için, tek yolun kendi dilin olduğunu düşünecek kadar bencilsin. Anca sen cik ciklemeye başladığında başka bir dünya mümkün olacak.

Cici Kuş’un üç kelimesi var: “canım”, “cicim” ve “cici kuş.” Bu üç kelimeye, hareketleriyle farklı anlamlar yüklemesini becerir. Mesela çılgın gibi bir o yana bir bu yana uçarken kullanırsa bunları anlarsın ki neşeli, ya da kafesinden çıkmadan söylerse acıkmış olabilir…

Şimdi gagasını dayamış adamın ağzına, dinliyor Cici Kuş. On dakika zehrini akıttı adam. Sustuğunda Cici Kuş’taydı sıra, konuştu: “canım…”

***

Artık çok yoruldu, ağa takılı ayağı uyuşmaya, gözleri kararmaya başladı. Belki debelenmeyi bırakmak en iyisi. Ama hayatta kalma iç güdüsü son nefesine kadar terk etmez canlıyı… Sen vazgeçsen de, kalbini, böbreğini, beynini, akciğerini, karaciğerini ayrı ayrı ikna etmen gerekir. Vücudun son ana kadar aynı yaşama direncine tabidir. Yaşama ilk tohumlandığın andan, son nefesini verene kadar süren bir mücadele…

Hücrelerimize kadar sinmiş yaşama içgüdüsü aynı zamanda büyük günahlarımızın da müsebbibi değil mi? Yaşaması için başka bir canlının ölmesi gerekmeyen bitkilerin yaşamı kadar saygı değer değil kurulum şifrelerimiz.

Günahkar doğuyor çocuklar, yaşamanın bencilliği yazılı künyelerinde. Hayatta kalmak esas işte. Her şeye rağmen yaşamaya kurulu bir bedenin günahlarından vaftiz edilmedik hiç. O yüzden saldırır her bebe anasının acıyan memesine.

Bencillik günahımızı, DNA’lar fısıldıyor kulaklarına ceninlerimizin, hangi su yıkasın, temizlesin.

Bu yüzden vazgeçemiyor hayattan ve kanatlarını bir kez daha çırpıyor. Her çırpınışta, gövdesi pat pat vuruyor tek ayağıyla sabitlendiği naylon ağa. Yaşamak isteği, kursaklarından patlayarak gelen bir son yardım çığlığına dönüşüyor gagasında: “gırak gırak gıraaak!”

***

Şıp şıp, şıp şıp, şıp şıp… Mutfaktaki muslukla birlikte mekansı gerçeklik damla damla düştü adamın algılarına.

On dakikalık bir dertleşmenin ardından bir “canım”la gelen umut yavaş yavaş kanına giriyordu adamın. Cikciklenmiş bir “canım” kelimesiyle, bugünle dün arasında sallanan sarkacı artık geleceğe doğru hareketlenmeye başlamıştı. Şimdi de musluk sesi gündelik yaşamın rutinlerine doğru döndürdü algılarını. Şaşkınlıkla fark etti takım elbisesiyle uzanmış olduğunu. Annesi görse kızardı, takım elbiseyle yatılır mı hiç diye, “kırışır oğlum…”

Kalktı… Cici kuş kısa bir uçuşla kafesine döndü… Mutfağa yöneldi adam, musluğu sıkılaştırmaya.

Musluğun başını sıkılaştırırken önce pat pat pat diye bir ses duydu ardından da bir güvercin sesi. Mutfak balkonunda, bütün apartman boyunca gerilmiş güvercin ağına dolanmış kuşu fark etti.

Bir makas alıp balkona çıktı. Ayağına dolanmış ağı kesti güvercinin. Bir eliyle düşmesin diye tuttuğu kuşun korkuyla pıt pıtlayan kalbini hissetti. Kurtulan güvercini ellerinin arasına aldı, başını okşadı sakinleşsin diye.

Uçabilecek hale geldiğinde kesilmiş ağın boşluğundan salıverdi kuşu. O da uçtu ve gitti karşı apartmanın çatısına kondu.

Daha iyi hissediyordu şimdi. Salona döndü kravatını gevşetti. Cici Kuş kafesine girmiş aynasıyla oynaşıyor. Gündelik telaşlar geri döndüğüne göre fırtına dinmişti şimdilik, bir sonraki patlayana kadar.

Burnunun laciverte döndüğünü hissetti adam…

Simit Sıcaktı

IMG_1962Gece sabaha döndü dönecek. Bir tatil kasabası terminalinin, sigara, sıcak nem, ter, küf, ayak, karbonatlı çay buharı kokularından kaçak iki yolcuyuz. Bizi yazlığa götürecek minibüsün hemen önünde babamın son sigarasını bitirmesini bekliyoruz. Biraz sonra terminal kokularından birazının depolandığı dolmuşumuza bineceğiz.

***

Bizi buralara taşıyan otobüsümüzün, koltuk altlarını işaretleyen küçük lambaları, gecenin karanlığına,  koridor boyunca, çaprazlama cılız mavi ışıklar sızdırıyordu. Konya-Anamur arasında giden bir otobüsün koridorunu, yarı uyur kafaların içsel yolculuklarının gidiş gelişli otobanına dönüştüren mavi ışıklar…

***

Bizden sonra binmişlerdi otobüse. İki ön çapraz koltuğa yerleştiler. Benim yaşlarımdaki bir kız çocuğu ile annesi…

Bir o oturma anında gördüğümü hatırlıyorum yüzünü. Bir de gecenin bir saatinde, bölünmüş bir uyku arasında, koltuk aralarından ve sigara dumanlarının içinden, her nasılsa yakalanmış maviye çalan bir silüet var aklımda.

***

İlkokul çocukları rüyalarında, sadece oyunlar oynamaz ya da balkondan havalanıp uçmazlar her zaman… Ara sıra gece otobüslerinde gördükleri gölge yüzleri de öperler. Sabaha kadar sık sık uyanıp tekrar dalınan uykularda, babanızın kucağında da olsa, başınızı, mavi ışıklar, rüyalarınızı, boşlukları zihninizce doldurulan silüetler okşayabilir. Benden iyi mi bileceksiniz?

Terminalde uyandırdığında babam, iki ön çapraz koltuk boşalmıştı çoktan. Yoksa hiç dolmamış mıydı? Yoksa kendi zihin otobanımda yaptığım, mavi siyah içsel yolculuğumun manevi boşlukları mıydı o koltukta oturan? Ne zaman uyudum ben?

***

Çocuklar inanmaya meyillidir. Büyüdükçe daha az şeye inanırız. Yalanlar sizi hayatın gerçeklerine doğrultur. Yalanla eğitilip, inanmamaya başladıkça büyüyoruz.

Masallara inanırdık çocukken, kahraman prenslere, saf prenseslere, hain cadılara… Kahramanlıkların, saflıkların, hainliklerin daha rafine edilmiş şekillerine bizi yalanlar hazırlar.

İnsan olmamızın gerçeklerinden biri de bu işte. Dümdüz doğrularımızın, yarattığımız dünya gerçeklerine, masallarla, ninnilerle, filmlerle eğilip bükülerek evrilmesine olgunlaşma diyoruz. Olgunlaşmazsan olmaz… Hayatın gerçekleri dediğimiz de, en temel içgüdülerimizi etrafından dolanarak tatmin etme yolları aslında. Yalanlarımız da mavi ışıklarımız…

İnsansan büyük yalanda yerini alacaksın.

***

O terminalin önünde minibüse binmek için beklerken ben hala rüyadaydım… Nereye kadarı gerçek nereye kadarı aklımın oyunu, nereye kadarı çocuk ruhumdaki boş kalmış bir yerin sarhoşlatıcı yalancı masalı olduğunu bilmediğim rüyamda… Ayakta… Babamın yanıbaşında… O sigarasını içiyor…

***

“Sıcak simiiit, el yakıyo, duman attırıyooo!”

Sabah simidi satıyor bir çocuk. Acıktığımı hatırlatıyor. Zaten gün ağardı, ayılmanın vakti…

“Baba simit alalım mı?”

“Olur.”

Simit sıcak gerçekten. Çay için vakit yok ama, minibüsün muavini haber veriyor hareket saatinin geldiğini.

Dolmuş çok kalabalık değil, altı yedi kişi anca varız. En arka sıranın cam kenarına oturuyorum hevesle. Simit elimde, yakıyor gerçekten…

Şoför, sabah yedi haberlerini almak için radyoyu açıyor.

Devlet Başkanı Kenan Evren, 12 Eylül’ün birinci yıldönümünde yaptığı konuşmada, demokrasiye geçiş takvimini Kurucu Meclis’in belirleyeceğini açıkladı…

Hızlanan dolmuşla birlikte kafam camda ritim tutuyor. Gözlerim yolda, otobüsteki rüyamdan, sıcak simide, radyo haberlerine doğru giden olgunlaşma yolculuğumu yapıyorum şimdi.

Rüyam kalbimi ısıtıyordu oysa… Simitse “el yakıyoo, duman attırıyoo” gerçekten….

Hayalet

IMG_1714Siren sesleri, kornalar, anonslar birbirine karışıyordu. Polis, itfaiye, cankurtaran… Sahil yolundan kıvrılarak girmeye çabaladıkları dar sokağa açılan yolların tıkanıklığını, canhıraş düdüklerle yarmaya çalışıyorlar.

Siren seslerini, boğuk bir polis anonsu bölüyor: “34 bilmem kaç, yolu aç!” Seslerden tedirgin olan diğer sürücüler kornalarıyla trafik tıkanıklığının günahını, önündeki, sağındaki, solundaki arabaların üstüne yıkma telaşında. Zira insanlar bir cezaevine bir de trafiğe günahsız düşerler…

Boğazı en önden seyredebilme hakkını satın alacak denli şişkin cüzdanların yalılarını, daha az şişkin cüzdanlıların boğaza karşı evlerinden ayıran sahil yolundaki bu haziran cumartesi akşamını, mesela salı akşamından farklı kılan bu cüzzamlı kakafoninin suçunu kim yüklenir? Niye yüklensin?

***

Kağıtlar, kitaplar, dergiler yığılı masanın bir kenarını masa lambası, diğer tarafını açık bilgisayarın ışığı aydınlatıyordu. Arkada çalan müzik setinin müziğe uyumlu ışıkları, adamın sırtında yanıp sönen aydınlıklar yaratmaya yetiyordu sadece.

Böylesi güzel bir hafta sonu akşamını finansal raporlar okuyarak geçirmek zorunda olan bir yüksek ücretliyi, içindeki arzulardan, dışardaki hayattan yalıtma ve kağıtlara gömme işlevi, bir kadeh viski ile Mozart’ın, Vivaldi’nin, Bach’ın sırtındadır.

Sevgilisiyle alelacele yediği yemeğin ardından koştura koştura eve geldiğinde onun da yapmayı planladığı şey tam olarak buydu. Üstünü değiştirip kucağında raporlarla, raflarını, ekonomi, finans ve üç dilden “best-seller” olmuş fakat hiç okumadığı kitaplarla doldurduğu çalışma odasına koştu. Kucağındakileri masaya boşalttıktan sonra müziği açtı ve bir kadeh viski koydu.

***

Daracık sokağı, meraklı mahallelilerle birlikte, yoldan geçenler, barlarda çalışanlar, içki içenler, bu müstesna anı “70 milyonla paylaşmaya koşmuş” televizyon kameraları ve spikerler, bir o yana bir bu yana koşturan polisler, sağlıkçılar ve itfaiye erleri dolduruyordu. Bir de iki sıraya parketmiş arabaların ortasında zorlukla kendine yer bulmuş polis ve itfaiye arabaları ile ambulans…

Seslerden ürken sokak kedileri dallardan, mahallenin eskortu sokak köpekleri karşı kaldırımdan, aşağıya inmeye üşenmiş mahallenin yaşlıları ise balkonlardan seyrediyordu bu hengameyi.

Açık balkon kapılarından, pencerelerden dışarıya, magazin programlarının, yarışmaların, eğlence programı müziklerinin sesleri taşıyordu.

***

Çalışmak için oturduğu masada, kulağı üst kattan gelen kavga seslerinde, gözü ise 10:23 ten 10:24 e geçiş anını yakalamak istediği dijital saatteydi. Okuması gereken şeylere konsantrasyonunu kaybetmişti çoktan.

“Bir aydır yediler birbirlerini” diye söylendi. Umurunda bile değildi niye kavga ettikleri, sadece hayatını işgal eden bu ses yığınının ne zaman sona ereceğini merak ediyordu. Ne zaman raporlarına dönebileceğini…

Apartmanlar böyledir işte, her şey birbirinin içinde, alt alta, üst üste… İsimlerini girişteki zillerden bildiğiniz komşuların, ne zaman uyuduklarını, ne zaman tuvalete gittiklerini, ne zaman yediklerini bilebildiğimiz çizelgelerimiz vardır. Hatta ne zaman seviştiklerini bile…

Yüzler yoktur, sadece sesler. Şöyle üç beş dakika gördüğünüz, çoğu zaman selamlaşmayı bile unuttuğunuz yüzlere eklenir, hırıltılar, horultular, bağırışlar, çağırışlar, söylenen şarkılar, ağlaşmalar, gülüşmeler…

Sifon, musluk, televizyon, müzik sesleri, kapı gıcırtıları, elektrik süpürgesinin, çamaşır/bulaşık makinalarının cayırtıları… Farkında olmadığınız, tanımadığınız hayatların gündeliklerini taşır gündeliklerinize. Üst katta, alt katta, yan dairede yaşayanlar, duvarlardan, kirişlerden, kapılardan, pencerelerden ses ses sızarak var olan, modern zaman hayaletleridir. Ara sıra da asansör kapılarında belirirler…

***

Bu evi alabilmek için ne kadar zamandır uğraşıyordu. Yirmi yıldır çalışan otuz yaşında bir adam. Berber çırağı olarak geçen çocukluk yazları, dershane-okul-dükkan arasına sığan lise yılları, bahçelerinin, kantinlerinin adeta üstünden atlayarak gidip gelinen üniversite zamanları, gidilmeyen konserler, seyredilmeyen filmler, edinilemeyen sevgililer, katılınmayan akşam eğlenceleri, okul gezileri… Hepsi Boğazı gören bu ev ile içini dolduran büyük ekran televizyon, pahalı viskiler, dekorasyon dergilerinden seçilen mobilyalar ve garajdaki pahalı bir araba olarak geri dönüyordu işte. Ama taksitle…

“Zordur bu yaşta büyük bir şirketin finans müdürü olmak.” demişti ayrıldığı işteki patronu, onu yeni işine uğurlarken. “Çok çalışmak yetmez, oyunu kurallarına göre oynamak da gereklidir. 19 Mayıs törenlerinin insan piramididir, iş hayatı. Yükselmek, yukarı çıkmak istiyorsan, senin gibi insanların sırtına basmayı becerebilmelisin. Tereddüt edersen düşersin.”

Zaten tereddüt etmemişti hiç… Etmezdi…

***

Üst kattan gelen bağırış çağırışlar ile bunları bastırmak için devamlı açtığı müziğin sesi arasında zar zor duyabildi cep telefonunun çaldığını. Sevgilisiydi; işinin bitip bitmediğini, arkadaşlarıyla Ortaköy’de bir bara gideceklerini, onun da katılıp katılamayacağını soruyordu.

Üst kattakilerin bir saattir süren kavgasını, müziği, toplam gürültüyü anlattı bir çırpıda. Yapması gereken çok iş vardı, patırtı ve gürültüden çok fazla çalışamamıştı ve anlaşılan epeyce geç bir saate kadar da çalışması gerekiyordu. Sesindeki sinirlilik halinin başkasına yönelik olduğunu hissettiren, acınma talepli bir ses tonuyla ve olabilecek en olumlu şekliyle verdi olumsuz cevabı.

Telefonu kapattığında, sunturlu bir küfür savurdu üst kattaki hayaletlere.

***

Dışardaki bütün patırtı sona erdiğinde saat gece yarısını geçmişti çoktan. Polis, itfaiye ve cankurtaranın ayrılmasıyla, garsonlar, müşteriler, mahalle sakinleri ve televizyoncular da yavaş yavaş geldikleri yuvalarına dönüyorlardı. Sokak yine bilindik sakinlerine; ağaçtan inen kedilerle, kulağı etiketli sokak köpeklerinin bağırışlarına teslim ediliyordu.

Sokak lambaları, o gece sokağa düşen tüm seslerin üstüne, bir sorgucunun ışığını düşürüyordu. Rivayetler, söylentiler, dedikodular, çok değil yarım saat önce, polislerin mavi ışığıyla ifade tutanaklarına, evlerin açık perde ve balkonlarından sızan sarı ışığıyla oturma odalarına, kameraların beyaz ışığıyla da milyonların televizyonlarına kaydolunuyordu. Şimdi ise sahipsiz sokak lambaları ile sokak hayvanlarına emanet…

***

Şangır şungur indiğinde üst kat komşunun vitrin camı, artık daha fazla dayanamadı. Günlerdir bırakmak için nefsiyle mücadele halinde olduğu sigaraya sarılma zamanı gelmişti.

Eve geldiğinde, ertesi gün için okuması gereken raporların çokluğu sigarayı çağrıştırıp duruyordu zaten yeterince.

Balkona çıktı. Evin içinde içilmez, mobilyalar kokmasın…

Boğaza bakarak derin bir nefes çekti sigarasından. Işıl ışıl parlıyordu deniz ama onun aklında bilançolar, muhasebe kayıtları ve yukardaki kavganın bitiş saati vardı sadece. Hiçbir ışığın sızmasına izin vermedi gözlerinden içeri.

Balkon demirine yaslanmış, sigarasından önce üst kattaki patırtının bitmesini hayal ediyor şimdi. Parası pulu olan insanların, bu kadar mutsuz olmayı nasıl başarabildiklerine şaşırıyor. “Mutluluğun parayla alınamadığı” palavralarına karnı tok. Açlığın ne olduğunu bilmeyen, işsiz güçsüz zengin karılarının boş zaman avuntularını ciddiye alacak değil. Boş arsalarda akşam üstleri toplanıp, patlak top peşinde koşan berber, tornacı, tamirci çıraklarının bir sağlam topa sığacak denli küçülen hayal dünyalarının bir parçası olabilir ancak mutsuzluk.

İkinci sigarayı üst balkondakiyle aynı anda yaktı. Bitmiş bir kavganın muhasebesini, hıçkırıklarla ve birkaç nefes sigarayla yapıyor kadın. Birkaç kere asansör kapısında ya da apartman girişinde rastladığı otuzlarındaki bu makyaj-kuaför-estetikIMG_1166 güzelinin üzüntüsünü, yapma çiçeklerin solması kadar sahte buluyor.

Sigarasından son nefesini almaya hazırlanırken, elli beş kiloluk yapma çiçek önünden geçerek hızla aşağıdaki arabanın üstüne düştü.

Bir anlık şaşkınlık yaşadı adam. Aşağı doğru eğilip kadına baktı. Birkaç saniyelik toparlanma süresinin ardından, sigarasını söndürdü. Balkonunun büyük cam kapısını açıp içeri geçti. Polisi, itfaiyeyi ve cankurtaranı aradıktan sonra çalışma masasına döndü. Raporlar vardı okunacak…

Ne Zaman Bir Honda Civic Görse Aklına Çiğ Köfte Geliyordu

“Sana tüm güvenimi kaybettim” dedi adam.IMG_1769

“Hep böyleydin aslında” dedi kadın.

“Nasıl?”

“Hep bir kuşkulu, hep bir mesafeli, zamana bırakmayı bilemeyen bir aceleci. Güvenmeyi hep en öne koymana rağmen anlamından çok uzaktaydın hep.”

Dedi ve bir nefes sigaradan sonra sürdürdü konuşmayı.

“Güven duygusunu bu kadar önemsediğini söylemene karşın ilk vazgeçtiğin şey de o oluyor. Kaybetmek için fırsat bekliyor, karşındakinin hareketlerini kolluyor gibisin. Oysa o kadar kolayca yitirilebilecek bir şey değil ki.”

“Yani sana güvenimi kaybetmemden tek başıma ben sorumluyum, öyle mi?”

“Hayır, onu söylemiyorum. Bir insana sonsuz güvenip ilk sorunda bunu kaybedemezsin diyorum. Hatta çoğu zaman bir şey olmasının da önemi yok, eksik bildiğin yerleri varsayımlarla doldurup ‘sana güvenimi kaybettim’ diyorsun. Oysa güvenmek dediğin varsayımlarla değil sınana sınana inşa olunan bir şeydir. Ne baştan limitsiz açılan bir kredi, ne de ilk boşluktan uçuruma bırakılacak bir duygudur.”

“Yine aynı şeyi yapıyorsun.”

“Ne yapıyorum?”

“Ne zaman seninle ilgili bir şeyi eleştirecek olsam, konuyu tersyüz edip benimle ilgili bir mesele haline getiriyorsun. Onu tartışıyoruz sonra. Eleştiriye bu kadar kapalı olmasan belki beni anlamak için bir şansın olacak.”

“Seni gerçekten anlamaya çalışıyorum. O kadar kendine dönüksün ki bunu göremiyorsun.”

Radyoda çalan şarkı böldü konuşmayı. Birlikte söyleyebildikleri tek şarkıyı birlikte dinlerken elleri ikide bir gitti kül tablasına.

Şarkıyla şarap aynı anda bitti. Belki her ikisi de öyle uygun gördüler.

“Arabayı vurdum geçen gün. Park ederken arkadaki arabaya dokundurdum biraz. O da honda civic.”

Deyip gülümsedi kadın.

“Sahibi bizim manyak komşu. Arıza çıkarmak için bekliyormuş gibi balkondan bağırıp çağırmaya başladı.”

“Sen de dayanamayıp vermişsindir ağzının payını.”

“Elbette, tahammül edemiyorum hiç bu adama.”

“Benim arabama da dokundurmuştun park ederken. Bizimki gariban olunca ses etmediydim.”

Karşılıklı gülümsediler.

“Şarap koysana, kadehler boş mu duracak?”

Adam şişeye uzanırken, duyulmasını hem ister gibi hem korkar gibi belli belirsiz mırıldandı: “Seni hala ne çok sevdiğimi biliyorsun ama değil mi?”

“Biliyorum. Ama anlamıyorum güvenmediği birini nasıl sever insan. Niye sever?”

“Belki birbirinden bağımsız şeylerdir. Belki sevmek dediğin sadece senin tanımlarına göre bir şey değildir, herkesin kendine göre yaşadığı bir şeydir.”

“İyi de ben senin sokakta görüp ulaşamadığın bir kadın değilim ki. Bir ilişkimiz vardı bizim, yaşadığımız onca şey. Yani öyle kavuşamadığın için aşık olacağın biri değilim ki.”

“Sadece o da değil, çok da kızgınım sana ayrıca.”

“İşte onu diyorum, tanıyıp bildiğin, zamanında ilişkin olmuş bir kadına hem bunca kızıp, güvenmeyip hem de böyle bir sevgi nasıl hissedilir ki?”

“Her şeyi böyle kurallara bağlamana, o kurallara göre tanımlamana da gıcık oluyorum. Karşındakinin nasıl düşündüğünü, nasıl hissettiğini önemsemiyorsun. Senin algıladığın veya yaşadığın biçimlerin dışında var olamıyor hiçbir kavram, hiçbir olay. Oysaki duygular da insanlar gibi ayrı ayrıdır. Her bir insanda, kişiye özgü biçimlere bürünür. Herkesi ve her şeyi belirleyen tek ve objektif bir tanrı gibi insanlardan bağımsız bir şey değil. Sevgi, öfke, güven birbirine dokunmadan aynı anda bulunabiliyor bende.”

“Bunların sende ayrı ayrı bulunabildiğini görüyorum ama anlamıyorum doğrusu. Anlayamayacağım da hiçbir zaman.”

Sustular yeniden. Peynir tabağından bir ceviz içi aldı adam. Sonra yerine koydu.

“Ne eksik bende?”

“Nasıl yani?”

“Niye ben değil de o adam yani? Çok mu açık sordum?”

“Eksiklik veya fazlalık meselesi değil. Biz yürütemedik, bitti. Sen bittiğini kabullenmediğin için gereksizce zorluyorsun kendini. Duygular biter bir yerde ve başka bir insan girer hayatına yeni renkleriyle. Bu sefer ona karşı bir şeyler hissetmeye başlarsın. Bu sendeki bir eksiklikten kaynaklanmaz çoğu zaman. Olan şey bu. Ama sen kendini incitmeye o kadar heveslisin ki seni yaralayacak şeyleri arayıp duruyorsun.”

“Biz yürütemedik değil, yürümesi için uğraşmadık demek lazım. Kendime haksızlık etmeyeyim, ayrıldıktan sonra da olsa telafi etmek, onarmak için çok didindiğimi kabul edersin umarım. Aslında aramızdaki problemlerin çok büyütülecek bir tarafı da yoktu, her ilişkide yaşanacak sıradan sürtüşmeler. Ama bu çatlaklardan kırıp attın aramızdaki her şeyi. Bu kadar kolayca vazgeçebildiğine göre başka bir yere geliyorum ben. Sen aslında hiçbir zaman bir sevgiliye duyulacak türden şeyler hissetmedin bana karşı. Sende bu duyguyu yaratamadığıma göre, bir şey eksikti o zaman bende diyorum.”

“Başlama yine. Kendini acıtmak istiyorsan illa buna diyecek bir şeyim yok ama, benim seni sevmediğim hiç doğru değil. Sevmeseydim seninle birlikte olur muydum sanıyorsun? Seninle benim ilişkiden anladıklarımız çok farklı şeylerdi. Öyle telafi edilecek türden farklılıklar değil baya baya birbirini neredeyse iten zıt biçimler. Dolayısıyla onarılabilecek bir şey olmadığını ben görüyordum sen ise bugün bile çok başka bir havadasın hala. Her şeyi yapmasına rağmen terk edilmiş bir kurban olmak hoşuna gidiyor.”

“Yanılıyorsun, ilişkiye bakış açılarımız arasında giderilemez farklılıklar falan yoktu. Kabul, bizler farklı insanlarız birçok bakımdan, ama ilişki dediğin zaten herkesin kendi köşeli kişiliklerini ortaya koyduğu sonra da ‘olursa olur olmazsa olmaz’ dediği türden bir şey değildir. Herkes makul ölçülerde değişir zaten. Hissettiğin şeyler eğer büker ve hem ilişkiyi hem de tarafları yeniden biçimlendirir. Yani ilişki dediğin şeyi belirleyen esas dinamiktir hissettiklerin. Hissetmiyorsan bir şey, biter zaten. Bizde olan şey buydu, hatta bu kadar kısa sürmesini de baştan beri sende bana karşı bir şey olmamasına bağlıyorum ben.”

“Bunları çok konuştuk ve hiç çözemedik biliyorsun. Ben sadece nasılsın diye görmek için geldim. Nasılsın?”

“Bilmem iyiyim herhalde.” Dedi ve devam etti.

“Bazen sadece düşersin. Yere çarpmadan günlerce, aylarca düşersin. Uçma hissine karışır düşmelerin, mutlu bile olursun. Anca çakıldığında anlarsın uçmadığını. Ben de birbirimize güzel şeyler söylediğimiz o son akşamdan beri uçuyordum, hayatında başka biri olduğunu öğrendiğimde anladım düştüğümü. Ama şimdi ayaktayım gördüğün gibi atlattım sayılır.”

“İyi olmana sevindim. Bir de şu kendine zarar verme huyundan vazgeçsen…”

Yarım kalmış cümleyi sessizlik tamamladı yeniden. Yeniden sigaralar yakıldı, başlar öne eğildi, düşünceler ayrı kafalarda ayrı biçimlerde dönmeye devam etti.

“Uzun zamandır çiğ köfte yapmıyorum.”

“Niye ki?”

“Elim gitmiyor hiç. Birlikte yapardık hep güle oynaya. Şimdi gülemiyorum bile nasıl çiğ köfte yoğurayım.”

“Bir gün yine yaparız belki de.”

“Bilmem ama hiç sanmıyorum ben. Arkadaş olarak göremiyorum seni.”

“Sen bilirsin ama zamanla belki iyi bir dostluk da kurabileceğimizi umuyordum ben.”

“Belki zamanla… Ama güvensizlik işte bu noktaya değiyor. Öyle tükendi ki sana olan inancım bunun üstüne nasıl bir dostluk inşa edilebilir, bilmiyorum. Belki zamanla azalır bu… Bir de seni hala böyle severken… Belki zamanla o da…”

“Yani güvenmediğin birine aşık olabiliyorsun ama dost olamıyorsun öyle mi?”

“Evet tam olarak öyle, çünkü aşık olacağı değil, dost olacağı kişiyi seçme hakkı var insanın.”

Kapı çalındı. Ekmek getiren kapıcı her akşam aynı saatte çalar kapıyı. Adam kalktı ışığı yaktı, kapıyı açmadı.

Sabah Sabah

“Alo, merhaba canım.”

Resim

“…”

“Hatırladım tabii, Nasılsın?”

“…”

“Evet, yeni uyandım,  sabahın erken saatinde uyuyabildim ancak.”

“…”

“Tamam, ben bir kalkıp kendime geleyim, daha sonra seni ararım akşam için.”

“…”

“Görüşürüz.”

Eşşekoğlueşşek… Başına vurdu herhalde sabah sabah. Uyu uyuyabilirsen artık, şu telefonu da niye sessize almadıysam.  Sanki bilmiyor benim bu saatte uyuyor olabileceğimi.

Bilmiyor tabi, nereden bilsin. Benim de çevresindeki herkes gibi güzel bir Pazar kahvaltısı için erkenden uyanacağımı zannediyor. Salak!

Saat de oniki olmuş. Kalkmak gerek.

Aman be, bir Pazar da şu dolap dolu olsun. Mücahit denen yılışık kapıcıya muhtaç olacağız yine. Herifin boyu kadar oğlu var, üç kızı da cabası, hâlâ gözleri fıldır fıldır. Hele yerli yersiz kapıyı çalıp “bir şeye ihtiyacın var mı Neşe Hanım” demesi yok mu, boğasım geliyor.

Ortalık darmadağınık yine, başım da ağrıyor. O kadar içmeyeyim diyorum her seferinde ama… İçmeden katlanabilsem içmeyeceğim ama…

Dışarı mı çıksam, hem temiz hava alırım biraz. Hava da güzel, bahar geldi galiba en sonunda. Boşver çıkmayayım, yine şu gerzeklerden biriyle karşılaşırım, ya o beni görmezden gelir ya da ben onu. Sinirlerim bozulur sabah sabah.

Sanki bütün şehir tanıyor beni. Kimse tanımasa da, nereye gitsem, herkes bana bakıyormuş gibi bir duygu çörekleniveriyor içime.

Saklanıp gizlenemiyorum. Kalabalıklar içinde kaybolamıyorum. Biraz para biriktirsem gidip yerleşeceğim bir ıssız kasabaya. Kimsenin gelip geçmeyeceği, Allah’ın unuttuğu bir yer olmalı ama. Bir de küçük bahçe. Ufak tefek eker biçerim, bankaya koyduğum paranın faizi de bana yeter, öyle yaşar giderim.

Kimse tanımasa bilmese de, kendimden nasıl kaçacağım? Aynaya her bakışımda gözlerimden yansıyan iğdiş edilmiş bir ruhtan, yaşama sevincini nasıl çıkaracağım? Bütün bir ömrü kendi gözlerimden kaçarak nasıl yaşayacağım?

Hem bulurlar… Orada da bulurlar beni.

Allah kahretsin, kırdık bir bardak daha. Şu her şeyi bir defada mutfağa taşıma aceleciliğim yüzünden kaçıncı bu.

Bari alışverişe kendim gidebilsem. Market o kadar uzak olmasa, şu sersem bakkal biraz efendi, şu mahalleli biraz insan olsa, giderim.

Gitmem, gidemem… Gün ışığında çıkmam dışarı. Çıkıp da ne yapayım?

Nermin Hocam ne iyi insandı. Bir derste: “güneş ışığı prizmadan yansıyınca yedi renge ayrılır” demişti. Beni de ne çok severdi, ara ara başımı okşar, “Senin kalbin de prizma gibi, güneş ışığını çeşit çeşit mutluluğa ve neşeye çoğaltıyor” derdi. İlkokuldan bende kalan tek şey bu mu acaba? Bir de okuma yazma. Bir de para sayma.

Benim prizmam bozuldu ama. Güneş ışığını, bakışlara, sorgulara, ayıplamalara, hayal kırıklıklarına, üzüntülere, kızgınlıklara, korkulara ayırıyor.

“Alo, günaydın Salih.”

“…”

“Yok yok, bir problem olmadı, parayı da tastamam verdi. Bu hafta hasılat iyi, yarın hesabı görürüz.”

“…”

“Evet bu akşam da çıkacağım.”

“…”

“Olur, bu akşam da yapabiliriz hesabı.”

“…”

“9 gibi buluşuruz, o zaman.”

“…”

“Görüşürüz.”

Pezevenk… Arpası bitti gene, yoksa bu saatte aramazdı. Güya beni koruyor, geçen ay yediğimiz dayağın hesabını soramadı daha. Sen önce gidip o hayvandan alsana parayı. Alamazsın tabi, aşiret çocuğuymuş ya yemez kapısına dayanmak. Ben vermesem ağzımı burnumu kırar, arkası olan bir piç oldu mu kuyruğunu kıstırır. Yediğimiz dayakla kaldık biz, hastane parası da cila oldu.

Dün geceki adam da ne tuhaftı. Solcu ya, seks işçisi diyor bana. Örgütlenmeliymişiz. Sonra ne olacak, sen mi koruyacaksın beni Salih’ten. Seks işçisi deyince çözülüyor sanki her şey. Peki sen nesin, seks müşterisi mi? Öyle desem kızardı bana. ‘Seks tüketicisi’ desem daha bir modern olurdu sanki. Hah hah haaa… Memnun kalmazsa “Tüketici Koruma Derneği”ne de gider miydi? Dangalak… Solculuk oynuyor, sonra da üç kuruş için pazarlık ediyor.

Sucuk da aldırayım…

“Alo, Mücahit. Bana kahvaltılık bir şeyler alsana. Sucuk da olsun. Beş de yumurta.”

“…”

“Yanında para var değil mi? Yoksa uğra da vereyim.”

“…”

“İyi o zaman, gelince veririm ben parasını.”

“…”

“Yok yok param var, veririm. Bulursan simit de al.”

Tam bir gerizekalı. Param yoksa sonra halledermişiz. Şeytan diyor ki şunu Salih’e iyice bir ıslattır. Arkası da yok zaten tam Salih’in dişine göre. Emine olmasa çoktan yaptırırdım da karısına dua etsin. Emine iyi kız ama, bir onu seviyorum şu apartmanda. Her karşılaştığımızda bana gülümsüyor. Kocası olacak serserinin şu yılışık hallerini biliyor mudur acaba?

Bilse ne olacak? Onun çaresizliği benden az mı sanki?

Saati bir ettik daha kahvaltı yapacağız. Öff amma da dağıtmışız evi toparla toparla bitmiyor.

Başlarım evine de toplamasına da. Bugün Pazar ulan, koy çayı otur Allah Allah. Derdim neyse? Sigara da aldırsaydım keşke, dibine inmişiz paketin.

Off belim ağrımış, eğile kalka…

Dokuz’da Salih’le buluşacağıma göre en geç sekizde kuaförde olmalıyım. Dur şunu da bir arayayım.

“Alo, Mert selam.”

“…”

“Bu akşam sekiz gibi sendeyim.”

“…”

“Yok yok bir değişiklik yapmayacağız, her zamanki gibi bir fön, bir de makyaj görür işimi”

“…”

“Bir dakika kapı çalıyor, kapıcı geldi galiba.”

Amma basıyor zile, kapıyı yıkacak hayvan.

“Geliyorum Mücahit geliyorum.”

Haber

son bir baharİki kelime… Çıktıkları ağızdan, hedefledikleri kulağa ulaşmadan önce bütün binayı; insanlarına, eşyalarına, duvarlarına çarpa çarpa dolaştı. Dokunduğu her nesneyi zamanın dışına taşıdı. Saatleri olduğu anda, insanları bulunduğu yerde tek tek durdurdu.

Hemşirenin aldığı kan, tüpe sızarken dondu. Ölçülen nabızlar atmaz oldu. Yakınlarını kaybetmişlerin çığlıkları, ağrı çeken hasta iniltileri, yeni doğmuş bebeklerin hıçkırıkları boşluğa asılı kaldı bir süre. Kantindeki, özel odalardaki televizyon sesleri ile çiçekçinin radyosundan gelen türkünün melodisi, sarmaş dolaş oldukları yerde öylece sustu.

Binanın dışından gelen; araba, insan ve kuş sesleri ile toprağı dölleyen nisan güneşinin sperm kokusu, odanın açık camına örülü şaşkınlık ağına çarparak yerlere döküldü.

***

Bahçede bir banka ilişmiş oturuyorum. Bir tekir kedi durmuş karşımda, kemirdiğim simiti gözlüyor. Çaresizlere özgü, hayalci bir umutla elimdekini yiyebileceği bir şey sanıyor.

Hayalci bir kedi duruyor karşımda, elimdekinin ciğer olduğunu umut ediyor. Patileri beyaz…

Biraz ötede iki genç adam… Yirmisine varmamış olanı, hayli yaşlı bir kadının koluna girmiş merdivenlerini tırmanıyor hastanenin. Otuzlarının başındaki diğeri, yeni doğmuş bebeği için tebrikleri kabul ediyor.

Otopark vızır vızır. Giriş ve çıkıştaki demir bariyerler bir kaç saniyelik aralıklarla inip kalkarken, önlerinde üçerli beşerli arabalar kuyrukta sıralarını bekliyor.

Güvercinler, kedilerden uzakta, yerlere düşmüş susamları didikliyor. Serçeler, çiçeklenmiş ağaçların dallarından bir yere bir göğe seğirtip duruyor.

***

Usulca doğruldum oturduğum banktan. Zaten son yarım saattir her şey usulca hareket ediyor. Sesler, renkler, kokular, hareketler; durgunluktan, kendi gündelik akışkanlığına ağır ağır, kabulleniş süzgecinden damıtılarak ulaşıyor. Zaman, harekete geçen bir trenin tekerlekleri gibi yavaş yavaş buluyor kendi ritmini.

Sigara içmek istiyorum. Hayatımda belki ilk defa “içmemem gerek” kaygısından uzaktayım. İki adım berimde sigara içen üç doktordan ateş isteyeceğim.

Kısa kollu gömlekleri, ütüsünü nöbette kaybetmiş pantolonları ve elbette ayaklarındaki terlikleriyle, baştan ayağa beyazlar içinde üç doktor… Kadın olanı tıpkı eşim.

Hastanede herkes beyaz terlik giyiyor. Doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, hastalar ve onlara uyan refakatçiler. Her biri, diğer hayatların çevresini, profesyonel bir duyarsızlıkla adımlayan beyaz terlikler.

“Ateşinizi alabilir miyim?”

“Tabii ki, buyrun.”

“Teşekkür ederim.”

***

Telefonum çalıyor, açıyorum. Eşim, meraklı bir sesle soruyor: “Ne oldu?”

“Hastanede herkes beyaz terlik giyiyor, kediler bile.”

“Anlamadım.”

“Hastanede, diyorum canım, herkes beyaz terlik giyiyor. Bence beyaz, profesyonelliğin rengi.”

“Ne diyorsun? Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum.”

“Anlaşılmayacak bir şey yok, akciğerlerimin yeterince ak olmadığını söyledi, beyaz terlik giymiş bir doktor.”

“Ne demek o?”

“Boşver canımın içi, önemli bir şeyim yokmuş, akşam eve gelince konuşuruz.”

Telefonu kapattıktan sonra, o iki kelimenin durdurduğu zamanın, gıcırdıya gıcırdıya, titreye sarsıla kendi normal akışını bulduğunu anlıyorum.

Saat 10, yani “Akciğer kanserisiniz” sözünü 35 geçiyor. Sabahın ilk telaşlarıyla birlikte benim paniğim de yavaşlamış. Sigaramdan son bir nefes çekiyorum, simitten de bir ısırık.

“Bu kedi bela oldu başıma, üstelik patileri de beyaz…”

Nisan 2012