Kırk yaşında dede olmuştu Sadri. Aslında resmi kayıtlara göre otuz sekiz. Babası iki sene sonra yazdırmış nüfusa. O yıl nüfus sayımı için gelmiş memur, çocuğun nüfus cüzdanını isteyince babası yok demiş. Memur çok kızmış babasına, babası da;
“Beyim gidiyoruz nüfusa, kıpti yazıveriyorlar deftere. Müselmanız diyoruz, yok illa kıpti. Yazdırmayıveririm dedim ben de” diyesiymiş.
“Olsun” demiş memur, “devlet işi bunlar, kayıtsız olmaz. Kafanın basmadığı şeyleri kurcalama” demiş… “Hem çok ağır para cezası var.”
“Zaten devlet para almaya gelince adam yerine kor bizi” demek istemiş babası, ama susmuş. Ertesi gün de gidip kaydettirmiş Sadri’yi nüfusa, “kıpti” diye…
Ondan sonra her beş yılda bir nüfus sayımı gelmeden hemen önce gitmiş yaptırmış çocukların kaydını. O yüzden on beş kardeşin kimisi üç, kimisi beş yıl büyükmüş kafa kağıdında yazandan.
Diğer kardeşlerinin hiçbiri okumamış Sadri’nin. Kimisi ilkokulu üçüncü sınıfta, kimisi daha birinci sınıfta terk etmiş. Bazısı zaten hiç başlamamış bile. Nüfus kaydını soran devlet de gelip dememiş, bunları niye okula göndermiyorsunuz diye. Bir Sadri bitirmiş ilkokulu. Ama onun da sonrası yok.
Aslında sonrasını da istiyormuş ama yılmış artık, en arka sırada yalnız oturmaktan, öğretmenlerin “çingen oğlan” demesinden, çocukların bunla alay etmesinden, sonra alay edenleri dövmekten… Zaten babası da istememiş okumasını, vermiş eline klarneti.
Çalgıcılık oğlanların baba mesleği, klarnet çalınır, keman çalınır, darbuka vurulur… Kızlar bohçacılık yapar analarının yanında. Sadri klarneti de bilir, kemanı da darbukayı da. Yetenekli her bakımdan.
Babası çingene lafına çok kızarmış. “Biz Abdalız, Çingene değil.” Düğünlerde çalmaya gittiklerinde orada birisi çingene falan dese bunlara, çok bozulurmuş ama yutarmış hep, gülüp geçermiş. Ekmek parasını aldıktan sonra yolda küfür edermiş ama…
Daha o zaman Roman lafı da yok ortada, “Biz evde Abdalız, nüfusta Kıpti, sokakta Çingen…” diye söylenirmiş babası.
Sadri 17 yaşına geldiğinde apar topar evlendirmişler Hatice’yle. Ortada bir çocuk var nasıl evlenmeyecek?
Hatice 14 yaşında anne olmuş, 15 yaşında gelin.
Çok severmiş Hatice oğlancığı Hasan’ını. Ana mesleği bohçacılığı yaparken oğlanı sırtında taşımış hep. Diğerleri gibi, oğlunun çıplak ayakla dolaşmasına izin vermezmiş. Sarıp sarmalayıp sırtına bağladığında bile ayaklarına mutlak bir çorap giydirirmiş Hasan’ın.
Sadri 18 yaşında askere gitmiş. Acemiliği bittiğinde bunu vermişler bando takımına. Bando takımı dediysek, orduevlerinde subaylara keman çalmakmış işi…
Çingen takımı dermiş diğer askerler bunlara. “Ben Abdalım” diye düzeltirmiş Sadri ama gülerlermiş hep buna. Herkes ayırmak istermiş koğuşunu “çingen takımı” çalgıcılarından. “Çingen demek hırsız demek, arsız demek” diyen bir onbaşının burnunu kırınca önce disiplin koğuşunda bulmuş kendini, sonra askerliğini uzatmışlar.
Bir teğmen varmış, çok iyi davranırmış Sadri’ye. Diğerleri hep ismiyle hitap ederken, bu teğmen “Mehmetçik” diye çağırır diğer askerlerden bir farkı olmadığını gösterirmiş.
Bir gün öğle yemeğinin sonrasında teğmen, yemekhanenin oradaki kameriyeden, “Mehmetçik” diye seslenmiş Sadri’ye, “şu kantinden iki çay kap getir” demiş.
Sadri iki çay almış gelmiş, “otur” demiş teğmen, “al şu çayı, otur karşıma.” “Bak” demiş Sadri’ye, “bak oğlum senin ne yaşadığını biliyorum. Benim ninem de Roman.”
“Roman ne demek komutanım”
“Çingene, Abdal, Lom, Poşa, esmer vatandaş… Ne diyorsan kendine o işte.”
Şaşırmış Sadri, ilk defa kendilerinden birini böyle yüksek bir makamda görüyormuş.
“Benim nine Mersinli. Çingan derlermiş onlara oralarda. Dedem de Mersinin yerlisi Türkmenlerden. Ninem çok meraklıymış okumaya. İstemiyormuş, bohçacılık, elekçilik, sepetçilik, çalgıcılık falan yapmayı. Okuyup öğretmen olmak istiyormuş. Çevresindeki herkes çok gülüyormuş dalga geçiyormuş nenemle. İlkokulu bitirsin vaz geçer demişler. Ama bizim nine inatçı. İlkokul bitmiş ortaokul demiş, ortaokul bitmiş lise diye diretmiş. Lise’de tanışmışlar zaten bizim dedeyle. Aynı sınıftalarmış. Dedem aşık olmuş bu kara kuru kıza, arkadaşları hep alay etmişler dedemle, “kıptiye uçkur çözülmez” diye kızmışlar. Dedem vaz geçmemiş, evlenecem diye tutturmuş bu kez. Anası babası ne etse dinletememişler, dedem de inatçı, almış kızı daha lisede.”
Sadri’nin gözleri açılmış dinlerken.
“Sonra bu ikisi kaçmış gitmişler İzmir’e. Ailelerine söylememişler bile. Kızı hiçbir yerde işe almamışlar, dedem hem çalışmış hem okumuş hem de okutmuş nenemi. Sonra kendisi mühendis olmuş, nenem de öğretmen.”
Teğmen nefes almadan anlatmış, anlatmış. Çaylar önlerinde soğumuş.
“Nenem evlenince nüfus kâğıdı da değişmiş, kıpti yerine islam yazılmış tabii. Devlet anlamamış almış atamış bunu öğretmenliğe. Yalnız nenem hep saklamış kendini, işinden hayatından olmak istememiş. Bizim ailede gizli bir sır olarak tutulmuş bu, sonra öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Yanlış anlama onun Çingan olmasına değil bunu saklamak zorunda olmasına…”
Susmuş Sadri, susmuş hep. Kafasında bir sürü şey var ama soramamış. Aylardır burada ama hiçbir komutanla konuşmamış daha önce. Nasıl konuşulacağını bilememiş.
“Her şeye rağmen okumak bir çıkıştır Sadri. Daha yaşın genç okumak şansını zorlamalısın” demiş teğmen.
Susmuş Sadri.
“Okuman var mı?” diye sormuş teğmen, “ilkokulu bitirdim” demiş Sadri.
“Sana kitap versem okur musun?” demiş teğmen, “okurum” demiş Sadri.
Sonra teğmen kitaplar vermiş Sadri’ye, içinde romanlar, hikayeler, masallar olan kitaplar. Onları okumuş bitirmiş Sadri.
Sonra ihtilal olmuş. Almış götürmüşler koca teğmeni hapse. “Komünist” demişler, almış götürmüşler.
Tezkereyi alınca dönmüş Sadri memlekete. Okumak fikri yerleşmiş aklına ama çoluk çocuk var, çalışmak lazım, ekmek getirmek lazım. Hayat almış götürmüş Sadri’yi. Ama ah etmiş çocuklarını okutacak.
Hasan’dan sonra sekiz çocuğu olmuş Sadri’nin, hiç biri dinlememiş Sadri’yi okumaya heveslenmemişler.
Gerçi Hasan orta ikiye kadar gelmiş ama sonrası yok. Sonrası klarnet, sonrası keman, sonrası darbuka…
Hasan da evlenmiş 18’inde mahalleden bohçacı Gülüzar’la. Üç yıl hiç çocukları olmamış, sonra bir ölü kız doğurmuş Gülüzar. Çok üzülmüşler. Ondan üç yıl sonra da bir oğlan çocukları olmuş, adını “Ömür” koymuşlar, uzun ömürlü olsun istemişler.
Böylece kırk yaşında dede olmuş Sadri. Ama 41 yaşında da Hasan’ını kaybetmiş. Bir düğün çıkışında, damatla kapışmış para mevzuu yüzünden. Herif, “Çingen” demiş, “hırsız” demiş Hasan’a, Hasan da çekmiş bıçağı vurmuş herifi, vurmuş, vurmuş.
Damadın kardeşi de koşmuş evden av tüfeğini kapmış, sermiş Hasan’ı yere. Ne damat kalmış geriye ne Hasan…
***
Ömür dedesinin, ninesinin kucağında büyümüş. Babasını bilmemiş hiç, daha bebekken ölmüş. Dedesini bilmiş, dedesini sevmiş.
Anası hep üstüne titremiş Ömür’ün, kardeşsiz, yetim diye hep okşamış, hep koklamış. Hasan’ına aşıkmış hâlâ, evlenmemiş başkasıyla. Gönlü yatmamış kimseye. Kayınbabasının evine sığınmış yetimiyle.
Dedesi izin vermezmiş, Ömür’ün annesiyle ninesiyle bohçaya çıkmasına. Onlar dönene kadar oyunlar oynarmış Ömür’le, sokağa da salmazmış. Masallar anlatırmış oğlana, hikâyeler söylermiş. Akşam anası, ninesi gelince, oğlanı onlara emanet edip klarnetini alıp gidermiş işe. İşten gece dönermiş Sadri, geç dönermiş. Ama gelirken gofret getirirmiş, portakal getirirmiş oğlana.
“Bu oğlanı okutalım” dermiş Sadri. Okusun kendini kurtarsın istermiş. İlkokula yazdırdıklarında çok güzel önlük almışlar, bembeyaz yakalar almışlar, renk renk kalemler, kokulu silgiler, kalem kutuları, çantalar, yepyeni ayakkabılar…
Sonra gitmiş Sadri öğretmeniyle konuşmuş, demiş ki “Hocanım, biz bu çocuk okusun istiyoruz, arkadaşları olsun, kimse ayırmasın bizim oğlanı istiyoruz” demiş. “Hiç ezilmesin, büyük adam olsun istiyoruz, siz de yardım edin” demiş.
Öğretmen genç ve idealist bir kadın “siz hiç merak etmeyin, Ömür benim de evladımdır, hiç ezdirmem onu” demiş. “Benim de yeğenim var aynı yaşta, benim sınıfa aldık onu da. Yan yana oturturum onları arkadaşlık ederler, birlikte oynarlar, hiç ayırmam” demiş.
“Bir de bizim oğlanın Abdal olduğunu söylemezseniz çok sevinirim, bilirsin çocuklar anlamaz, üstüne giderler, üzerler oğlanı.”
“Maalesef haklısınız, ben bunun saklanmasından çok utanırım ama söylemem, merak etmeyin.”
***
Mutlu bir çocuktu Ömür. Okulunu çok seviyor, arkadaşlarıyla oyun oynamaya bayılıyor. Kafası da basıyor okuyup yazmaya, matematiğe… Sadri’nin gözleri parlıyordu oğlana her baktığında.
Sınıfta ilk okuyan o oldu, kurdelasını gururla taşıyordu. İlk karnesi hep pekiyi. Öğretmeni her şeye katıyordu onu, ödevlerine yardım ediyordu.
Ömür sınıfındaki bütün arkadaşlarını çok seviyordu ama Zeynep başka… Öğretmenin yeğeni güzel gözlü Zeynep’i her gördüğünde, kalbi büyüyor, bedenini taşıyordu.
Her gün yıkanıyordu Zeynep, mis gibi sabun kokuyordu. Ömür o kokuyu daha fazla alabilmek için, sıra arkadaşının uzun sarı saçlarını ona farkettirmeden kokluyordu.
Bir gün Zeynep doğum gününe çağırdı Ömür’ü. Ömür hiç bilmiyordu doğum gününün ne olduğunu ama onun evine gitmeyi, onunla oyun oynamayı çok istiyordu, kabul etti.
O akşam işe gitmemişti Sadri. Yemekten sonra oğlanla oturup oyun oynayacak, defterlerine kitaplarına bakacaktı.
“Dede, doğum günü ne demek?”
“İnsanların doğduğu güne denir.”
“Ne yapılır doğum günlerinde?”
“Valla oğulcuğum, biz pek yapmıyoruz ama işte pasta alırlar, hediye falan verirler doğum günü olan çocuğa”
“Benim niye doğum günüm yok?”
“Olmaz olur mu oğlum? Senin de doğum günün var.”
“Peki biz niye pasta almıyoruz, niye hediye vermiyorsunuz bana?”
Utandı Sadri, “haklısın oğlum bundan sonra kutlarız senin doğum gününü.”
“Tamam.”
“Dede!..”
“Efendim”
“Ne hediye alınır doğum gününde?”
“Niye soruyorsun oğlum bunları?”
“Zeynep beni doğum gününe çağırdı, gitmek istiyorum ama ne hediye alınır bilmiyorum.”
Canı sıkıldı Sadri’nin. Bu çocuğu nasıl götürecekti doğum gününe, hemen anlamazlar mıydı “Abdal” olduklarını… Ya sonra çocuğu ezerlerse, dalga geçerlerse…
“Gitmesen olmaz mı?”
“Ama dede bütün sınıf gelecekmiş.”
Canı daha da sıkıldı Sadri’nin. Üzmek istemiyordu oğlanı.
“Tamam” dedi, “gidersin…”
“Ne hediye alırız?”
“Kitap alırız.”
***
Sabahı zor etti Sadri. Ezanla birlikte kalktı yataktan. Suyu ısıttı, banyo yaptı, traş oldu, dudağının hemen üstündeki ince bıyığını kesti, yüzüne kolonya sürdü. İşe giderken giydiği takım elbiseyi giydi, ama papyonu takmadı. Komşusu Hüseyin’e gitti aceleyle. Ondan pembe kravatını istedi, onu taktı.
Bu arada Ömür de uyanmıştı, kahvaltı yaptırdı annesi, önlüğünü giydirdi, yakasını taktı. Sonra Sadri oğlanı aldı, birlikte çıktılar evden. Sadri Ömür’ü okul kapısından içeri yolladı, o sırada bahçe kapısında olan öğretmenini gördü.
Bir oh çekti, okula girmeye gerek kalmamıştı.
“Hocanım!..” diye seslendi, öğretmen duymadı.
Bir daha, birazcık daha yüksek sesle seslendi “Hocanım!..”
Bu kez duydu.
“Günaydın Sadri Bey, hoş gelmişsiniz. Hayırdır böyle sabah sabah”
“Bir maruzatımız vardı da…”
“Hayırdır…”
“Bizim oğlanı doğum gününe çağırmış da sizin küçük hanım”
“Evet Zeynep’in doğum günü var bu haftasonu, bütün sınıfı davet etti. Ömür gelecek değil mi?”
“Gitsin istiyorum da Hocanım… Yani nasıl söylesem, şimdi ben getirip bıraksam çocuğu, anlarlar belki… Üzmesinler oğlanı…”
“Yok bişey olmaz Sadri Bey, bütün veliler gayet iyi insanlar, böyle şeyleri dert edecek insanlar değiller, merak etmeyin.”
“Yani bilmem… Şu çocuğu el üstünde tutuyoruz, zaten yetim… Üzülmesini hiç istemiyoruz, büyük adam olsun istiyoruz… Şey diyorum, benim bir fikrim var ama olur mu bilmiyorum?”
“Nedir?”
“Yani eğer size zahmet olmazsa, ben o gün sabahtan, sizin eve getirsem Ömür’ü, siz götürseniz doğum gününe… Şey zahmet vermeyeceksek tabii…”
“Tabii Sadri Bey ne demek, ne zahmeti. Ben götürürüm Ömür’ü. Ama kendinizi bu şekilde saklıyor olmanız çocuk için de iyi değil. Bir gün bununla karşılaşacak bu çocuk. Bunun utanılacak bir şey olmadığını mutlaka anlatmalısınız Ömür’e.”
Sevindi Sadri, “çok teşekkür ederim, dediğinizi de yapacağım mutlaka, ama şu doğum günü de geçsin hele…”
“Peki” dedi öğretmen.
“Çok teşekkür ederim, Allah tuttuğunuzu altın etsin hocanım.”
***
“Yer ve Gök bir zamanlar evliymişler. Bu evlilikten altı oğulları olmuş; Bilgi Kralı, Güneş Kralı, Ay Kralı, Ateş Kralı, Rüzgâr Kralı ve Sis Kralı. Ancak Bilgi Kralı dışındaki çocuklar birbirleriyle hiç anlaşamaz hep kavga ederlermiş. Yer Ana ve Gök Baba onların bu kavgalarından çok üzülürlermiş. Bir ceza vermek için kendi aralarında bir boşluk bırakıp bu boşluğa bütün kavgacı çocukları hapsetmişler. Oysa oğulları kavga etmeye devam ediyormuş.
Bu beş kavgacı kral, bu boşluktan kurtulabilmek için anne ve babalarını ayırmaya karar vermişler Bilgi Kralı bütün kardeşlerine öğütler vermiş, böyle yapmayın, yanlış yoldasınız demiş. Diğerleri onu hiç dinlememiş ve anne ve babalarını ayırmak için; Ateş ve Sis Kralı babalarına; Güneş ve Ay Kralı ise annelerine saldırmış ama bu mutlu çifti birbirinden ayırmayı başaran Rüzgar Kralı olmuş.
Yer ve göğün ayrılmasından sonra, çocukların hepsi anneleriyle beraber kalmak, babalarını ziyaret etmek istediklerini söylemişler fakat anne, kendisine saldırmamış olan yani Ateş ve Sis Kralları’nı kabul etmiş ve diğer üç oğlunu göğe bırakmış. Ayrılma anında, göğe çıkacak olan üç oğul Yer Ananın elbisesine tutunmuşlar ve elbisenin kalkan kısımlarından dağlar oluşmuş.
Bilgi Kralı ise hem anasının hem babasının yanında kabul görmüş. Bunu kıskanan Rüzgâr Kralı, Bilgi Kralına güç veren ‘bilgi taşı’nı çalıp, bir üfürüğüyle dağların arasına savurmuş.
Bilgi Kralı daha sonra yüzlerce yıl boyunca, oğullarıyla birlikte dağ dağ, tepe tepe bu taşı aramış. Günün birinde herkesi korkutan bir ejderha canavarı bu taşı bulmuş ve saklamış. Bu taşın gücüyle insanları, hastalığa, açlığa, susuzluğa mâhkum etmiş. İnsanlar Ejderha’dan çok korkuyorlarmış ve taşı ondan almaya cesaret edemiyorlarmış.
Bilgi Kralı ve oğulları ve kızlarının yolu bu Ejderhanın olduğu dağa düşmüş. İnsanlar hep koşmuşlar yanına bize yardım et demişler Bilgi Kralına. Bilgi Kralı, Gök Babasının kendisine verdiği ölümcül silahı olan yıldırımı sağ eline alıp çıkmış Ejderhanın karşısına. Ama kardeşleri Ejderha’dan yana olmuşlar. Ejderha Ateş Kralından aldığı ateşi yollamış Bilgi Kralının üstüne, Gök Baba yağmur indirmiş, ateşi söndürmüş. Ejderha, Güneş Kralından aldığı ışığı yollamış Bilgi Kralının gözüne, Gök Baba bulut yollamış kesmiş ışığı. Ay Kralı yıldızları düşürmüş Bilgi Kralının üstüne, Yer Ana etekleriyle korumuş oğlunu.
Bilgi Kralı bütün zorluklara rağmen yaklaşmış canavara ve yıldırımı fırlatmış üstüne. Yıldırım ok gibi dosdoğru gitmiş ve ejderhanın etine sımsıkı saplanmış. Bu güçlü vuruş, bir darbede kötü ejderhanın ruhunu ve vücudunu paramparça etmiş. Ejderha dağın doruğunda sendelemiş ve çok aşağılara, dağın dibine düşmüş, orada kesilmiş bir ağaç gövdesi gibi serilip kalmış.
Bilgi Kralı tam bilgi taşını alacağı sırada, Sis Kralı ortalığı sise boğmuş, göz gözü görmez olmuş. Rüzgar Kralı ise bir daha üflemiş bilgi taşına ve yine bilinmeyen bir yere uçurmuş.
İnsanlar çok sevinmişler Ejderhanın yok olmasına. Ama Bilgi Kralı yine yollara düşmüş oğulları ve kızlarıyla, ‘bilgi taşı’nı bulmak için.
İşte bu Bilgi Kralının oğulları ve kızlarıymış Çingeneler, hala o taşı arar dururlarmış.”
“Çingene ne demek Dede” diye sorarsa Ömür’e bunu anlatmaya karar vermişti Sadri.
***
Doğum günü çok güzeldi. Ömür hayatında ilk defa bu kadar çok eğlendi. Hiç görmediği oyuncaklarla oynadı, hiç tatmadığı çok güzel pastalardan yedi.
Bir kitap hediye etti Zeynep’e, içinde güzel masallar olan bir kitap. Çok sevindi Zeynep, teşekkür etti Ömür’e, bir de yanağından öptü. Yanağından öptü…
***
Bir gün okul bahçesinde Zeynep’le beraber, bahçe duvarının üstünde oturuyorlardı. Sırtlarını demir parmaklıklara dayamış, Ömür’ün getirdiği leblebi tozunu, avuçlarına döküp döküp yiyorlardı.
Okulun alçak bahçe duvarının yanından bir kadın geçti, pembe şalvarlı, başının yarısını örten ve ense kısmından düğümlenmiş tülbenti ve sırtında bohçasıyla.
“Bohçacıııı!” diye bağırıyordu kadın.
Korktu Zeynep, hemen yere atladı oturduğu duvardan. Şaşırdı Ömür.
“Ne oldu Zeynep?” diye sordu.
“Çingene!” dedi Zeynep.
“Çingene ne demek?” diye sordu Ömür.
“İnsanların çocuklarını kaçırıp, sonra onları dilenci yapanlara denir.”
“Ama bu kadın sadece bohçacı, Çingene değil” dedi Ömür.
“Bohçacıların hepsi Çingene’dir. Pistir bunlar, hırsızdır, çocukları kaçırırlar.”
Sustu Ömür. Sonra zil çaldı, sınıfa gittiler. Hep sustu Ömür…
***
“Ne oldu bu oğlana böyle, hiç konuşmuyor bugünlerde. Sürekli bağırıp çağırıyor bize.”
“Bilmiyorum baba” dedi Gülüzar “benim de yanıma hiç gelmiyor, hiç yüzüme bakmıyor.”
Acaba doğum gününde bir şey mi oldu diye düşündü Sadri, ama o gün çok neşeli dönmüştü eve. Üstelik üzerinden iki hafta geçtikten sonra niye üzülsündü ki?
Öğlen okuldan dönünce, dayanamadı sordu Sadri:
“Neyin var oğlum hasta mısın?”
“Yok” dedi Ömür “bir şey yok.” Çantasını attı bir kenara üstünü soyunmaya başladı. “Öğretmen seni yarın okula çağırdı” dedi. Sonra gitti televizyonu açtı oturdu karşısına, bir tek şey daha söylemedi.
Sormadı Sadri, soramadı bir şey daha. Aslında neyin yanlış gittiğini anlamıştı ama öğretmene sormadan konuya girmek olmazdı.
Sabahı zor etti yine Sadri. Erkenden çıktılar evden Ömür’le. Ömür elinden tutmak istemedi Sadri’nin. Okula kadar dedesinden iki adım ilerde, başı öne eğik… Yürüdüler. Okula yaklaşınca oğlan fırladı ve koşa koşa okula girdi. Sadri üzüldü çok ama arkasından yavaş yavaş o da girdi okula, oğlanın aradaki mesafeyi açmasına izin verecek kadar yavaş…
Öğretmenler odasının kapısını tıklatıp, açtı kapıyı. Ömür’ün öğretmeni Sadri’yi görünce yerinden kalktı ve yanına gitti.
“Günaydın Sadri Bey”
“Günaydın Hocanım”
“Ben sizi şey için çağırmıştım. Evde bir şeyler mi oldu, Ömür son zamanlarda çok üzgün görünüyor, derslere, oyunlara hiç katılmıyor.”
“Ben de siz biliyorsunuzdur diye düşünüyordum Hocanım. Evde kötü bir şey de olmadı ama kaç gündür bu çocuk böyle. Sebebini biz de bilmiyoruz valla. Acaba arkadaşlarıyla mı bir şey oldu?”
“Bilmiyorum ki. Hiçbir şey de söylemiyor. Belki yarın piknikte biraz açılır.”
“Yarın piknik mi var? Hiç haberim yok benim.”
“Evet yarın okulca bir pikniğe gidilecek, söylemedi mi Ömür?”
“Yok Hocanım bir şey demedi. Bu akşam bir konuşsam mı acaba?”
“Dur bakalım Sadri Bey aceleye gerek yok, yarın şu piknik de bir geçsin, belki biraz açılır orada. O zaman konuşmak daha iyi olabilir.”
“Peki” dedi Sadri.
“Yarın piknik için bir şey lazım mı Hocanım?”
“Ekmek arası bir şeyler hazırlayıverin yeter. Sabah okuldan hep beraber çıkacağız, stada kadar yürüyeceğiz, oradan otobüsler alacak hepimizi.”
***
Sabah erkenden kalktılar. Gülüzar çeyrek ekmeğin arasına peynir koydu, domates koydu. Bir naylon torba içinde, ekmeğini verdi Ömür’e.
Haziran güneşi, sabah serinliğini yırtıyordu. Erken kalkmış kuşlar, sokaklara tek tük serpilmiş ağaçların dallarından sabah şarkılarını ötüyordu. Ömür iki adım gerisindeki Sadri’ye aldırış etmeden, başı önde yürüyordu. Okula yaklaştıklarında yine fırladı Ömür, koşa koşa girdi bahçeye. Durdu Sadri, arkasından baktı oğlanın. Bir şey demedi, döndü gerisin geri.
Okul bahçesinde öğretmenler, sabah kuşları gibi ötüşen çocukları sıraya sokmaya çalışıyordu.
“Ömür, Zeynep, Tuna, sıraya geçin çocuklar.”
Sıraya girdi çocuklar el ele tutuştular. Şarkılar söylenmeye başladı. En önde birinci sınıflar, en arkada ise beşinci sınıflar, arada diğerleri… Başlarında öğretmenler yürümeye başladılar. Stada kadar 15 dakikalık bir yürüyüş olacaktı. Fazlasında zaten çocukları zapt edebilmek çok zor olur.
Ömür en ön sırada, Zeynep ve Tuna’nın ellerinden tutmuş yürüyordu ama şarkılara katılmıyordu. Öğretmen sıranın başından sonuna sürekli gidip geliyor, çocukların düzenini sağlamaya çalışıyor bir gözüyle de Ömür’ü gözlüyordu.
***
Gülüzar Ömür’le kayınbabasını yolladıktan sonra bohçasını hazırladı. Bugün yalnız çıkacaktı, Hatice Ana hastaydı.
Evden çıkıp yürümeye başladı. Oğlanı okula yazdırdıktan beri, okulun önünden geçen sokaktan değil, yolu uzatmak pahasına arka sokaklardan gidiyordu. Yarım saatlik bir yürüyüşle stadın oraya ulaşıyor, stadın yanındaki sokağa girer girmez de başlıyordu mesaisi…
Kafası hep Ömür’deydi bugün Gülüzar’ın. Ne olmuştu oğlancığa, niye bu kadar üzgündü… Yarım saat kafasında hep bu sorularla yürüdü. Hasan’ının emanetiydi Ömür, mirasıydı, kıyamazdı…
Mesaisine başlayacağı sokağa geldiğinde ayıldı, eve ekmek götürme gereği ayılttı onu. Başladı işe…
“Bohçaaaacııı!..”
***
Stadın önüne şarkılarla geldiler. Otobüsler hazırdı. Tüm çocuklar otobüslerin önünde sıraya geçmeye başladı. Ömür suskundu hala. Öğretmeni yanına geldi, “hadi bakalım çocuklar otobüsün kapısında tek sıra olun, Ömürcüğüm en öne sen geç.”
Tam o sırada bir ses duyuldu öteden:
“Bohçaaaacııı!..”
Ömür bıraktı Zeynep’in, Tuna’nın elini, yüzükoyun yere uzandı. Ellerini bir pençe gibi yapıştırdı yere. Öğretmeni geldi, arkadaşları geldi. Tuttular kollarından ama sökemediler onu yerden…