Posts from the ‘Uncategorized’ Category

Dengesini Kaybeden Yazı

İki çocuk tren yolunun kenarında oturuyordu. Raylar, güneşten aldığı alevli nefesi, sırtlarına üflüyordu. Biri ayağa kalktı, çakıl taşlarının sıcağı ve sertliği ile acıyan, uyuşan kıçını ovaladı, şortuna yapışmış birkaç küçük taşı elleriyle çırptı. Cebinden bir bozuk para çıkarıp, başparmağının üstüne koydu. Başparmağıyla vurarak havada döndürdüğü parayı avcunun içiyle yakaladı. Diğer eliyle avucunu kapatıp sordu:

– Yazı mı tura mı?

– Kazanan ne alacak?

– Sadece söyle…

– Tura

Çocuk avuçlarının arasını hafifçe aralayıp baktı paraya.

– Ne oldu kazandım mı?

– Ben kazandım.

– Ben de göreyim.

– Büyükler yalan söylemez.

– Aramızda sadece bir yaş var.

Sustular. Bir süre sonra:

– Hep sen kazanıyorsun.

– Evet, en son Ali kazanmıştı.

Sustular bir süre…

– Biliyor musun, benim de babaannem öldü yaz başında.

– Aynı şey değil.

– Bana bisiklet alacaktı ortaokula başlama hediyesi olarak.

Sustular.

– Ali’den sonra annem buraya gelmemi yasaklamıştı. Duysa canıma okur.

– Ben söylemem teyzeme. Hem annem konuşmuş teyzemle, bir daha dövmeyecekmiş seni.

– Tabi tabi…

Uzaktan göründü tren. Rayların mesafesini kısalta kısalta geldikçe, düdüğünün sesi uzadıkça uzuyordu.

– Kaybeden atlar, hadi zıpla bakalım aşağıya.

– Sen?

– Beni merak etme, sen in.

Çakılların üstünden kıç üstü kayarak aşağı indi çocuk. Öteki yukarda, rayların üstüne eğilip kalktı bir, sonra ayakta bekledi.

Tren, yaklaştıkça düdük sesi bir cayırtıya bıraktı yerini. İki çakmak taşının birbirine sürtmesi gibi sesler çıkarak, kıvılcımlar yayarak, yavaşlayarak geçti, biraz ilerde durdu.

Aşağıdaki, gözünü açtığında, yukardakinin duran trenin tekerleri arasına eğilip ezilmiş bozuk parayı aldığını gördü.

Çocuk sonra uzunca sıçrayarak aşağıya indi.

Çömelerek indiği yerden ayağa kalkarken:

– Ali dengesini kaybetti. Ben itmedim.

Dedi.

“Piç kurularııı” diye çınlayan sesten el ele tutuşarak uzaklaştılar.

Aklıma Böyle Esti Yalnızlık

Bazen sen yalnızlığının sarmaşığı olursun. Yatağına yorganına bürünmeyi kişisel tercihin sanma, o da sana sarılıp sarmalanır. Gömleğinin en üst düğmesi gibi iliklenir hayatına, boğucudur kimi zaman.

Saatinin tik takları duyulmaz. Zaman, güneşin uzatıp kısalttığı, ampulün azaltıp çoğalttığı gölgelerin saklambaç oyununa dönüşür. Bir varsındır bir yok. Kendi geçmişinin, yaşanmışlıklarının, ejderhalı, perili, prens/prensesli masallarına, kah bir kahraman kah bir kötü adam olarak girer çıkarsın.

Yalnızlığına ayaklarından asılı kalmışsan, geçip gidenin hesaplaşmaları hücum eder beynine. Kalbin “şimdi”yi pompalamaz olur. Algılarına perdeler iner, iyiyle kötü arasında değer yargıların bulanıklaşır.

***

Bu kadar… Başka bir şey demek istemiyorum…

Düğün ve Cenaze

Bu sabah güne, önce yüz gülümseten sonunda yine moral bozan şu videoyla başladım:

Seyretmeyecek olana şöyle açıklayayım, çocuğun biri İstiklal caddesine çıkmış gözünü bağlayıp, kollarını açmış… Yanına bir yazı koymuş “Ben sana güveniyorum, sen de bana güveniyorsan sarıl…” Gelip geçenler sarılmaya başlıyorlar çocuğa, yüz gülümseten, hoş bir eylem… Sonra mutlu sonlara karşı kötü adamlar geliyor, çocuğa ceza kesiyorlar. Huzuru bozmaktan 91 TL…
Kendimi bildim bileli, senin mutluluğun bir başkasına huzursuzluk verir bu ülkede… Tam tersi de geçerli, sen huzursuz olursan, öteki bundan mutlu oluyor. Manyaklık…
Mutluluk coşkun bir şey, içinde durduğu gibi durmaz, ruhundan, bedeninden taşar. Ama çok bireysel bir şeyse seni mutlu eden, dışarı akan coşkun, çevrendekilerin neşesini arttırır sadece… Birden fazla kişiyi mutlu eden tek bir sebep olunca, ortak bir ruh büyütür neşeni… Düğün olur daha büyürse bayram olur… Birbirimize geçiririz coşkuyu…
Düğün ve bayram… Sanki içerdiği manayı bu kadar güzel taşıyan başka kelime yok gibi… Daha evrensel bir coşkuyu, yapma ve sahte de olsa bir parça taşıyabildiği için mi en çok seviyorum ben yılbaşılarını… Bilmem, öyle olmasını istediğim için öyle olmaya çalışıyorumdur belki de… Milyarlarca insanın paylaştığı bir neşeye paydaş olmaya çalışma…
Ama yapma, ama sahte coşkular bunlar biliyorum. Yaşadığımız dünyanın, ticaret kurallarına göre biçimlendirilmiş ritüellerden ibaret… O yüzden düğünlerimiz mutluluk vermiyor kimseye mesela… Kendiliğinden değil çünkü, kurallı mutluluk mu olurmuş, yüzük alınacak, salon tutulacak, gelinlik/damatlık giyilecek, kuaförlere gidilecek, davetiyeler bastırılıp dağıtılacak, gelin arabaları, bahşişler, sözler, nişanlar, kınalar… Oysa mutluluk anarşist bir şey kuralsızlık. Onu öldürüyorsun, sonra hadi bakalım sahnede göbek atalım… Düğün dediğin kollektif mutluluk aslında ama varsa en başında, diyelim ki karar aşamasındaki coşkuyu öldürmek için bin türlü yoldan geçiriyorlar seni. Ne oluyor sonra düğün dediğin, topluca katledilen bir coşkunun cenaze namazı… Göbek atıyoruz sonra… Çoğalt işte bunu bayrama felan…
İlk düğüne, ilk bayrama gidebilseydik, kollektif mutluluğun yarattığı coşkunun en saf halini orada bulabilecektik…
Zamanda yolculuk için, geriye doğru gidebilme şansın yok deniyor. Çünkü zaman çizgisel değil… Sonsuz sayıda çizgilerden oluşuyor. Bir zaman makinesi yapabilsek, bu sonsuz sayıdaki çizgileri bir şekilde bükebilsek, gideceğimiz geçmiş kendi geçmişimiz olmayacak başka bir geçmişe gideceğiz…
Yani zaman kendi hapishanemiz şimdilik. Topluca ileri doğru adım adım giden bir trenin yolcularıyız. Dolayısıyla ilk düğüne, ilk bayrama gitme şansımız yok…
Ama bazı şeyleri ilk defa yapabilmenin coşkusu hep var. Geziyi hatırlayın mesela, o günlerin coşkusunu herhangi bir düğünde, bayramda yaşamış olan var mı aramızda? Kuralsızdır mutluluk, büyütürsen düğün oluyor, bayram oluyor…
İntihar… Trenden inme cesareti… Bir defa başarabilecek olabilmenin coşkusu… İntiharı güzelleyemiyorum, güzellemek de istemiyorum. Çünkü ölen kişinin kurtuluşuysa bile bu beni mutlu etmiyor. Yarattığı kollektif bir acı var. Acı daha kolay yayılıyor mutluluktan. Sevdiğini kaybetmeyi daha önce ne kadar yaşarsan yaşa, her gelişinde ilk defasındaki kadar acıtan birşey… O yüzden de her ne kadar o da ritüellerle boğulsa bile, daha gerçek bir duygu yaşanır cenazelerde. Cenazelerin, düğünlerden daha samimi olduğuna inanıyorum ben…
Ama ortada saygın bir irade olduğu da bir gerçek… Plastik böceklerden  kalıplar çıkarmaktan vazgeçiyorsun mesela… Birine sarılmaktan, sevmekten, güneşe bakmaktan, yılbaşılardan felan. Bunu yapabilmek bir yönüyle büyük bir irade, diğer yönüyle de büyük bir zayıflama hali. Mutluluğun bir daha sana uğramayacağına inandığın bir büyük umutsuzluk… Yaşayacağın güzel şeylerin tükendiğine yönelik bir inanç…
Çocuğun biri çıkmış İstiklal’e “ben sana güveniyorum, sen de bana güveniyorsan sarıl bana” demiş. Sarılanlara bakın hepsi küçük bir mutluluk yaşıyor, sonra o büyüyor her sarılanla kollektif bir neşeye dönüşüyor. Küçük bir düğün, minik bir bayram heyecanı, çünkü ilk defa geliyor başımıza… Sonra biri geliyor kurallar var diyor, cezan 91 TL… Gezi’de bomba yağdırıyor mesela…
İnsan mutluluğu kuralsızlaştıkça buluyor. Yasaklar, kurallar boğuyor bizi. Sokakta dans edemiyoruz, sarılamıyoruz, isyan edemiyoruz… Hapishanemizi neşelendirecek şeyleri bulup çıkartmanın çeşitli cezaları var… Mutlu olma umudunu kırarsan sen, bana ölümü gösteriyorsun demek. Bende o irade o cesaret yok ama… Trenden inemiyorum, hapishanenizden çıkamıyorum…
O zaman geliyoruz Adalet Ağaoğlu’na: “İntihar etmeyeceksek içelim bari.”

Bir Şeyler Söyleyeceğim, Eğer Dinleyen Olursa…

Bu blogu belki de sadece beni biraz tanıyanlar okuyacak. Oysa ki insan bir blog yazıyorsa, internet çöplüğünde yer almak için değil, belki biri okur, biri anlar ve eğer orada varsa biri, belki biraz dinler diyedir. Biraz da “ben de varım” diyebilmek içindir elbette.
Ben buraya yazarken böyle amaçlar güdüyorum doğrusu. Ara ara karaladığım şeyler olursa, üç kişi, beş kişi, kaç kişiyse artık, onlarla paylaşabilmek istiyorum.
***
Düzenli günlük tutmadım hiç, düzenli günlük tutan birisini de tanımadım. Kendi hayatının tarih yazıcılığına girişmek zorlu bir iş. Ama günlük tutacak olsaydım, kendi kişisel tarihimi aktaracağım bir şey yapmazdım muhtemelen. Bu, insanlık aleminde özel bir yer işgal etmemem ve dolayısıyla yaşadıklarımı bir başkasını ilgilendirecek kadar özel bulmamam nedeniyle olduğu kadar, insanın gördüklerini, daha doğrusu görme biçimlerini, yaşadıklarından daha ilginç bulmamdan da kaynaklanıyor. (Tabii yazma tembelliğimi şimdilik ihmal ediyorum.)
Şimdi böyle bir günce tutmaya çalışacağım. Herhangi bir şeyin, bende yarattığı çağrışımları yazıya dönüştürme uğraşı olacak bu. Özel bir tür üzerinden değil de, hangisiyle başarabiliyorsam onu aracı kılacağım kendime. En çok öykü biçemini kullanmaya çalışacağım, daha çok ilgimi çekiyor çünkü. Ama bunun sınırlayıcılığına bağlı kalmak istemiyorum. Bazen böyle ne idüğü belirsiz bir yazı yazmak istiyorum. Bakarsınız bir gün bir şiir bile yazabilirim… Kim bilebilir, ben bilmiyorum… O yüzden sevgili okuyan kişi, en azından biraz hoşgörülü olmanı bekliyorum.
***
Bir günce tutmanın asgari unsurlarından biri de “zaman”dır. Böyle ileri doğru akan bir tarih dizgesi içinde aktarırsın aktaracağını. Gün be gün olması beklenmez ama günce hep ileri doğru akar. Öyle değil mi? Halbuki ben daha çok geçmişle ilgiliyim. Yaşadıklarımın bende kalan tortularından bir şeyler çıkarmayı seviyorum. Geçmişte kalanı bugüne referans kılmaktan, o günleri yad etmek kadar, o “an”ın, o “an”da yaşananın bugüne kalan hazzının tadına bakmaktan hoşlanıyorum.
Bazen de bugünden yarına bir çizgi çıkarmak isterim. Benim kafamdan çıkan o çizgi, iyiden daha iyi olana çizilen tek “doğru” değildir. Bu yüzden sadece bir çizgidir ve eğri ve de büğrüdür çoğu zaman. Ama benim aklımın bir ürünüdür.
Bu nedenle sevgili okuyan benden çok şey bekleme. Bulduğun şeyler bana dairdir ve bir kesişme varsa sana dair olanla, bu biraz daha fazla anlaşılabilme şansı olur benim için.
Bir düne bir yarına gidip gelen akıl trenimin, “bugün” duraklarından yazacağım. Gördüklerim, bildiklerim, tattıklarım, dokunduklarım, duyduklarım olacak içinde. Bunlardan bir his çıkarmaya çalışacağım. Bu hissi sen de duyumsayabilirsen ne güzel olur. Hoşuma gider benim.
***
Günce denilen şeye çok uymadı galiba şu ana kadar tanımladıklarım. Boşver sen takılma buna. Ben sadece bir şeylerin izini takip etmeye çalışacağım o kadar. Gide gele, bata çıka, yaşaya yaşaya bende kalanların izini… Böyle bakarsan belki tad bile alabilirsin…
***
Bakmakla görmenin farklı şeyler olduğu öğretildiğinde bana, daha çocuktum. Bakmadan göremeyeceğimin ayırdına varmam ise daha yeni tarihli. Genellikle rastgele baktıklarımdan gördüklerimin birikimi var bende. Oysa o kadar çok şey var ki şu güzelim dünyada. Şimdi onlara daha bir bilinçle bakmaya çalışıyorum. Farklı farklı şeylere bakıp gördüklerimin bende daha derinlikli bir iç dünya kurmasını umuyorum. Paylaşacaklarım ise içsel olarak kurulan dünyanın, kuyruğundan hortumundan tanımlanmaya çalışılması olacaktır.
Burada okuyacakların sevgili okuyan, sadece benim. Baktığım ve gördüğüm şeylerin oluşturduğu “ben” yani. İyi-kötü, güzel-çirkin her ne ise, sadece bununla ölç. Ama en azından hakkını ver bakmasaydım görmeyecektim. Öyle değil mi?..