“Sana tüm güvenimi kaybettim” dedi adam.IMG_1769

“Hep böyleydin aslında” dedi kadın.

“Nasıl?”

“Hep bir kuşkulu, hep bir mesafeli, zamana bırakmayı bilemeyen bir aceleci. Güvenmeyi hep en öne koymana rağmen anlamından çok uzaktaydın hep.”

Dedi ve bir nefes sigaradan sonra sürdürdü konuşmayı.

“Güven duygusunu bu kadar önemsediğini söylemene karşın ilk vazgeçtiğin şey de o oluyor. Kaybetmek için fırsat bekliyor, karşındakinin hareketlerini kolluyor gibisin. Oysa o kadar kolayca yitirilebilecek bir şey değil ki.”

“Yani sana güvenimi kaybetmemden tek başıma ben sorumluyum, öyle mi?”

“Hayır, onu söylemiyorum. Bir insana sonsuz güvenip ilk sorunda bunu kaybedemezsin diyorum. Hatta çoğu zaman bir şey olmasının da önemi yok, eksik bildiğin yerleri varsayımlarla doldurup ‘sana güvenimi kaybettim’ diyorsun. Oysa güvenmek dediğin varsayımlarla değil sınana sınana inşa olunan bir şeydir. Ne baştan limitsiz açılan bir kredi, ne de ilk boşluktan uçuruma bırakılacak bir duygudur.”

“Yine aynı şeyi yapıyorsun.”

“Ne yapıyorum?”

“Ne zaman seninle ilgili bir şeyi eleştirecek olsam, konuyu tersyüz edip benimle ilgili bir mesele haline getiriyorsun. Onu tartışıyoruz sonra. Eleştiriye bu kadar kapalı olmasan belki beni anlamak için bir şansın olacak.”

“Seni gerçekten anlamaya çalışıyorum. O kadar kendine dönüksün ki bunu göremiyorsun.”

Radyoda çalan şarkı böldü konuşmayı. Birlikte söyleyebildikleri tek şarkıyı birlikte dinlerken elleri ikide bir gitti kül tablasına.

Şarkıyla şarap aynı anda bitti. Belki her ikisi de öyle uygun gördüler.

“Arabayı vurdum geçen gün. Park ederken arkadaki arabaya dokundurdum biraz. O da honda civic.”

Deyip gülümsedi kadın.

“Sahibi bizim manyak komşu. Arıza çıkarmak için bekliyormuş gibi balkondan bağırıp çağırmaya başladı.”

“Sen de dayanamayıp vermişsindir ağzının payını.”

“Elbette, tahammül edemiyorum hiç bu adama.”

“Benim arabama da dokundurmuştun park ederken. Bizimki gariban olunca ses etmediydim.”

Karşılıklı gülümsediler.

“Şarap koysana, kadehler boş mu duracak?”

Adam şişeye uzanırken, duyulmasını hem ister gibi hem korkar gibi belli belirsiz mırıldandı: “Seni hala ne çok sevdiğimi biliyorsun ama değil mi?”

“Biliyorum. Ama anlamıyorum güvenmediği birini nasıl sever insan. Niye sever?”

“Belki birbirinden bağımsız şeylerdir. Belki sevmek dediğin sadece senin tanımlarına göre bir şey değildir, herkesin kendine göre yaşadığı bir şeydir.”

“İyi de ben senin sokakta görüp ulaşamadığın bir kadın değilim ki. Bir ilişkimiz vardı bizim, yaşadığımız onca şey. Yani öyle kavuşamadığın için aşık olacağın biri değilim ki.”

“Sadece o da değil, çok da kızgınım sana ayrıca.”

“İşte onu diyorum, tanıyıp bildiğin, zamanında ilişkin olmuş bir kadına hem bunca kızıp, güvenmeyip hem de böyle bir sevgi nasıl hissedilir ki?”

“Her şeyi böyle kurallara bağlamana, o kurallara göre tanımlamana da gıcık oluyorum. Karşındakinin nasıl düşündüğünü, nasıl hissettiğini önemsemiyorsun. Senin algıladığın veya yaşadığın biçimlerin dışında var olamıyor hiçbir kavram, hiçbir olay. Oysaki duygular da insanlar gibi ayrı ayrıdır. Her bir insanda, kişiye özgü biçimlere bürünür. Herkesi ve her şeyi belirleyen tek ve objektif bir tanrı gibi insanlardan bağımsız bir şey değil. Sevgi, öfke, güven birbirine dokunmadan aynı anda bulunabiliyor bende.”

“Bunların sende ayrı ayrı bulunabildiğini görüyorum ama anlamıyorum doğrusu. Anlayamayacağım da hiçbir zaman.”

Sustular yeniden. Peynir tabağından bir ceviz içi aldı adam. Sonra yerine koydu.

“Ne eksik bende?”

“Nasıl yani?”

“Niye ben değil de o adam yani? Çok mu açık sordum?”

“Eksiklik veya fazlalık meselesi değil. Biz yürütemedik, bitti. Sen bittiğini kabullenmediğin için gereksizce zorluyorsun kendini. Duygular biter bir yerde ve başka bir insan girer hayatına yeni renkleriyle. Bu sefer ona karşı bir şeyler hissetmeye başlarsın. Bu sendeki bir eksiklikten kaynaklanmaz çoğu zaman. Olan şey bu. Ama sen kendini incitmeye o kadar heveslisin ki seni yaralayacak şeyleri arayıp duruyorsun.”

“Biz yürütemedik değil, yürümesi için uğraşmadık demek lazım. Kendime haksızlık etmeyeyim, ayrıldıktan sonra da olsa telafi etmek, onarmak için çok didindiğimi kabul edersin umarım. Aslında aramızdaki problemlerin çok büyütülecek bir tarafı da yoktu, her ilişkide yaşanacak sıradan sürtüşmeler. Ama bu çatlaklardan kırıp attın aramızdaki her şeyi. Bu kadar kolayca vazgeçebildiğine göre başka bir yere geliyorum ben. Sen aslında hiçbir zaman bir sevgiliye duyulacak türden şeyler hissetmedin bana karşı. Sende bu duyguyu yaratamadığıma göre, bir şey eksikti o zaman bende diyorum.”

“Başlama yine. Kendini acıtmak istiyorsan illa buna diyecek bir şeyim yok ama, benim seni sevmediğim hiç doğru değil. Sevmeseydim seninle birlikte olur muydum sanıyorsun? Seninle benim ilişkiden anladıklarımız çok farklı şeylerdi. Öyle telafi edilecek türden farklılıklar değil baya baya birbirini neredeyse iten zıt biçimler. Dolayısıyla onarılabilecek bir şey olmadığını ben görüyordum sen ise bugün bile çok başka bir havadasın hala. Her şeyi yapmasına rağmen terk edilmiş bir kurban olmak hoşuna gidiyor.”

“Yanılıyorsun, ilişkiye bakış açılarımız arasında giderilemez farklılıklar falan yoktu. Kabul, bizler farklı insanlarız birçok bakımdan, ama ilişki dediğin zaten herkesin kendi köşeli kişiliklerini ortaya koyduğu sonra da ‘olursa olur olmazsa olmaz’ dediği türden bir şey değildir. Herkes makul ölçülerde değişir zaten. Hissettiğin şeyler eğer büker ve hem ilişkiyi hem de tarafları yeniden biçimlendirir. Yani ilişki dediğin şeyi belirleyen esas dinamiktir hissettiklerin. Hissetmiyorsan bir şey, biter zaten. Bizde olan şey buydu, hatta bu kadar kısa sürmesini de baştan beri sende bana karşı bir şey olmamasına bağlıyorum ben.”

“Bunları çok konuştuk ve hiç çözemedik biliyorsun. Ben sadece nasılsın diye görmek için geldim. Nasılsın?”

“Bilmem iyiyim herhalde.” Dedi ve devam etti.

“Bazen sadece düşersin. Yere çarpmadan günlerce, aylarca düşersin. Uçma hissine karışır düşmelerin, mutlu bile olursun. Anca çakıldığında anlarsın uçmadığını. Ben de birbirimize güzel şeyler söylediğimiz o son akşamdan beri uçuyordum, hayatında başka biri olduğunu öğrendiğimde anladım düştüğümü. Ama şimdi ayaktayım gördüğün gibi atlattım sayılır.”

“İyi olmana sevindim. Bir de şu kendine zarar verme huyundan vazgeçsen…”

Yarım kalmış cümleyi sessizlik tamamladı yeniden. Yeniden sigaralar yakıldı, başlar öne eğildi, düşünceler ayrı kafalarda ayrı biçimlerde dönmeye devam etti.

“Uzun zamandır çiğ köfte yapmıyorum.”

“Niye ki?”

“Elim gitmiyor hiç. Birlikte yapardık hep güle oynaya. Şimdi gülemiyorum bile nasıl çiğ köfte yoğurayım.”

“Bir gün yine yaparız belki de.”

“Bilmem ama hiç sanmıyorum ben. Arkadaş olarak göremiyorum seni.”

“Sen bilirsin ama zamanla belki iyi bir dostluk da kurabileceğimizi umuyordum ben.”

“Belki zamanla… Ama güvensizlik işte bu noktaya değiyor. Öyle tükendi ki sana olan inancım bunun üstüne nasıl bir dostluk inşa edilebilir, bilmiyorum. Belki zamanla azalır bu… Bir de seni hala böyle severken… Belki zamanla o da…”

“Yani güvenmediğin birine aşık olabiliyorsun ama dost olamıyorsun öyle mi?”

“Evet tam olarak öyle, çünkü aşık olacağı değil, dost olacağı kişiyi seçme hakkı var insanın.”

Kapı çalındı. Ekmek getiren kapıcı her akşam aynı saatte çalar kapıyı. Adam kalktı ışığı yaktı, kapıyı açmadı.