Mektup
Bir kerecik sana böyle seslenebilmeyi istemiştim. İşte şimdi söyleyebiliyorum. Bir son mektubun ironisine sarmalanıyor bunu ilk defa söyleyebilmenin heyecanı.
Seni ilk defa gördüğüm o akşamı hatırlıyorum. Onca abartılı şıklığın içinde sadeliğinle farklıydın. Beş yıldızlı bir otelin düğün salonunun, ışı ışıl avizelerinin, şıkır şıkır masalarının, pırıl pırıl yemek takımlarının, sahnede şakıyan o şık latifenin yumuşak sesli şarkılarının ihtişamına; orayı bir akşamlık ‘seçkinim’ duygusuyla dolduranlardan daha çok ‘ben değilim’ diyen sadeliğinle, sen yakışıyordun.
Aynı masada karşı karşıya oturuyor olmamız bir şans mıydı, şanssızlık mı, şu anda karar veremiyorum doğrusu. Hele de böyle bir mektubu yazarken.
***
Kalem elimde oturuyorum. O ilk akşamı düşünüyorum. Murat’la, üniversite sıralarından başlayan ‘üç silahşör’ arkadaşlığının bir üyesini, sevgili eşine teslim edeceğimiz lüks düğün salonuna nasıl gitmeliyi tartışıyorduk. Kendimiz gibi olmak gerektiğine inanan Murat blazer ceketinin altına bir kot geçirmiş, arkadaşının bu özel gününe değer verdiğimizi hissettirmenin gereğine inanan ben ise pahalı bir smokinde karar kılmıştım.
Tam karşısına oturduğumda, ne kadar yanıldığımı anladım. O, bir sürmeden ibaret makyajı ve gündelik olanın sıradanlığına yenik düşmeyen abartısız elbisesiyle, havai fişekler patlatan zenginlik gösterisini doğal olana bağlayan bir demet kır çiçeği sahiciliğiydi doğrusu. Üstümdeki kiralık smokinin bana getirdiği ise, beklentimin tersine, utanç duygusuydu.
İki satırdan ibaret o ilk konuşma fırsatını bulabildiğim sigara molasının üzerinden geçen iki yılın beni taşıdığı yer, yıldız parıltılarının aydınlatmaya yetmediği bir gece yarısının üstüme çöken karanlığında, duygularımı görünür kılmasını umduğum bir masa lambası ile üstündeki kalem ve kağıttan ibaret bu çalışma masası.
Debelenip durmama karşın, daha ilk satırını bile yazamadığım bir mektupla, son bir kez sesimi duyurmak istiyorum ona. Becerebilirsem, son bir veda…
***
İki yıl geçmiş üstünden. Bir daha görüşme fırsatını yakalamak için uğraşmasaydım, büyülü bir akşamın içime doldurduğu kelebeklerin ömrü kadar kısa sürecekti belki de hissettiklerim. İçime dolan yaşama sevinci, ölümün soğuk gerçekliğinin ifade gücüne sığınma çabasına uzamayacaktı belki de. İki yıl yetti, sınırın bir tarafından diğer tarafına adım adım savrulmam için.
Seninle yakınlaşabilme fırsatını bulduğum o ortak arkadaş gecelerinde kurduğum iki kişilik dünya umutlarını, sadece ikimizin olduğu o ilk itiraf akşamında kaybettim ben. O ilk reddedilişte hayal etmeye indirgedim umut etmeyi. Diğer her reddedilişte ise, hayallerim adım adım umutsuzluğa, mutsuzluğa, acınası bir karamsarlığa dönüşüyordu.
Keşke sen de sevebilseydin beni. O iki yıl boyunca edindiğin sevgililerinden herhangi biri kadar değebilseydim kalbinin inceliklerine. Olmadı işte…
Sen her yeni sevgilinle kol kola girdiğinde, ben de intikam alır gibi başka birinin bedenine dolanmakta buluyordum çareyi. İntikam mı?.. Muhatabının farkında olmadığı bir intikam, intikam mıdır, yoksa çaresiz bir öfkenin kendi içine bükülmesi mi?
Kalbime zehirli bir sarmaşık gibi dolanan o çaresiz, içe dönük öfke, intikam avuntusundan intihar anlamına dönüşüyor bugün. Ve ben intikamın intihara yakınsayan sesini, kendi öfke kökümden türetiyorum.
***
Yazmak ne kadar zor bir işmiş. Yıllardır yazıyorum aslında. Savcı olarak atandığım o ilk kasabada, ilk iddianamemi hazırlarken ne kadar da zorlanmıştım. Sonra yıllar içinde, hukuk terimlerini yerli yerinde ve anlaşılır biçimde kullanmaya başladığımda, dile gelen ve yazmayı pratikleştiren şey deneyimdi anlaşılan. Hukuk üretmek için yıllarca yazılan yazıların, iddianamelerin kazandırdığı deneyim.
Ama insan kaç kere intihar eder ki? Başarılı bir intiharın mektubu bir kez yazılır. Ve ben başarılı bir intiharın peşindeyim…
Kalbimin sorgucusu, duygularımı, dönüşen ruh halimi, kendimde bulduğum eksikliklerimi, şeklimi şemalimi, yetersizliklerimi; işlemek üzere oldukları cinayetin failleri olarak oturtuyor şüpheli sandalyesine. ‘Niye, ne zaman, nasıl, nerede” sorularıyla bulmaya çalışıyor cinayetin sebebini. Benimse tek cevabım var: ‘onu seviyorum…’
Vazgeçmeyi denemedim değil. O her sevgili edinişinde, ben de yeni bir ilişki peşine koştum. Kalbimde, tercih edilmemenin yarattığı boşluğu, ikame hoşlanmalarla, beğenmelerle doldurmaya çalışıyordum. Ama içime yerleşen tek şey ihanet duygusu oluyordu. Onun fark etmeyeceği ihanet duygusunun yönelimi, kendi sevgimin, var olduğuna inandığım büyüklüğüydü aslında. Her ihanet ettiğimde, aldattığımın kendim olduğu gerçeğine uyanıyordum.
***
Hissettiklerimi söylemek konusunda çok başarılı olmadığımı biliyorsun. Bütün yetersizliğime karşın yazmak konusunda, konuşmaktan daha başarılıyım. Bu nedenle, her itiraf/reddediliş buluşmalarının öncesini ve sonrasını, o uzun mektuplarla donatıyordum. Söyleyemeyeceklerimin, içimde urlara dönüşmesini engellemek için, harflere, satırlara, paragraflara aktarıyordum.
Engel olmadı ama. Hissettiklerimi sana bir biçimde iletebilmiş olmam, kabul görmemenin yarattığı tahribatı azaltmadı. Tek bir kanser hücresi olarak kalbime giren sevginin tüm gövdemi ve ruhumu saran yürüyüşü, reddedilişlerle daha da hızlandı.
Hastalandım ben sevgilim. En yakınlarımın gözü önünde yürüdüm kendi karanlığımın en diplerine. Dinlemeyi değil de anlamayı becerebilseydim, ‘ondan sana hayır yok, bir an önce sökmelisin onu kalbinden’ sözlerini… Anlayabilseydim ve içselleştirebilseydim… Belki de bu yolculuğun böyle bitmemesi mümkün olabilirdi. Anlayamamış olmamın yükünü, kelimelerin ikna gücünün zayıflığına yüklemek ne kadar doğru bilemiyorum ama benim şu anda yaptığım tam olarak bu.
Kelimeler anlatamıyor demek ki. Hele de zayıfsa ve anlama derinleşmiyorsa, iyice yetersizleşiyor sözcükler. Oysa anla istiyorum beni. Benim için olan anlamını bil istiyorum.
Belki sadece, senin için görünmez oluşumun bende yarattığı çaresizliğin içine sığma girişimidir, hissettiklerimin anlaşılması. Kendimi kabul ettirebilme çabasının son sığınma limanı.
İşte bu yüzden, gücüne inancımı kaybettiğim sözcüklerin yerine bedenimi fırlatıp atmak istiyorum önüne. ‘Ne olur anla beni’ diye…
***
Murat ‘o kızdan sana hayır gelmez’ demişti. Günden güne çözülüşümü, ruhumun çürüyüşünü gördükçe daha sık yapıyordu bu konuşmaları benimle. ‘Haklısın’ diyordum ama ertesinde haksız çıkarıyordum sevgili dostumun tüm tezlerini.
Kabullenmemi istiyordu çevremdeki tüm insanlar. O’nunla bir hayatımın olamayacağını kabullenmemi ve yürüyüp geride bırakabilmemi… Oysa benim için kabul etmek, tüm hayat neşemi, var olma sebebimi, tamamlanabilme arzumu tek başına temsil ettiğine inanarak inşa ettiğim ‘O’ fikrinden kopmaktı. Ve ben kopmak istemiyordum.
O’nunla aramda kurabildiğim tek köprü olan, ‘karşılıksız aşk’ bağı, beni sadece O’na değil, bir bütün olarak hayatın kendisine bağlıyordu. Böyle inanıyordum ben. O’nu kalbimden çıkarmaya çabaladıkça, güzel olan her şeyle bağım da zayıflıyordu.
Ulaşamama haliyle yıkıma uğrayan ‘anlam’ fikri son zamanlarda, sadece ‘anlaşılma’ duygusunda gövde kazanıyor. Kelimelerin yetmediğini deneyimlediğim anlaşılma fikrine saplanıp kaldım. Beni anlarsa, içine düştüğüm bu kuyudaki debelenmelerimin son bulacağına inanıyorum. Ve gövdemi, yıllardır oynadığım aşk, acı, ulaşamama tragedyasının final sahnesi için hazırlıyorum. Bir intiharla, “ben”i onun kalbine işleyecek bir sonsuz pişmanlık duygusunda anlamlandıracağımı düşünüyorum.
Acının daha derine sızabilmesi için bir de mektup lazım ama. Başlayabilsem onu da başaracağıma inanıyorum.
***
Sen bu mektubu okuduğunda…
Kaçışın haberdar edildiği bu en meşhur ve en klişe cümleyi ben de kullanıyorum şimdi. Bütün hayatını klişelerden uzak durarak yaşamaya gayret eden benim için ne ironik bir final bu.
Sen bu mektubu okuduğunda, artık ben olmayacağım. İki yıldır “ben” olmaktan uzaklaştırdığım benliğimi, beden olarak da olmama haline hazırlıyorum.
Ve sen bu mektubu okuduğunda sevgilim, kalbinde sonsuz bir yer bulacağımı umuyorum.
***
Biraz önce bindiğim polis aracında, bir polis memuru özetliyordu olan biteni. Parkın ortasında ağaca asılı kadın bedeninden ve bir soyadsız intihar mektubundan bahsederken, ben sabaha kadar süregiden ve yarım saat önce bir telefonla kesintiye uğrayan kendi ölüm planıma denk gelen bu olayın, bir nevi ilahi mesaj olduğunu düşünüyordum.
Mektubu bitiremediğim için mi ölmemiştim, yoksa ölmeye karar veremediğim için mi mektubun sonuna gelememiştim. Yoksa bu ‘ilahi mesajın’ gelişini mi bekliyordum, çok değerli dedikleri hayatıma son vermemek için. Bunu tartıyordum kafamda.
Sabahın çok erken saati… İnsanlar yeni bir günün telaşı içinde koşturuyorlar oradan oraya. Bense onları, kendi gündelik rutinlerinin döngüsüne kapılmış bir sürü dolap beygiri olarak görüyorum sadece. Ve kendi dolabımı döndürmeye, bir polis minibüsünün camından ara ara dışarıya bakarak, diğer taraftan da polisin bana anlattıklarına kulak vererek gidiyorum işte.
“İşte bu mektup savcı bey” diyor polis memuru, “maktulün cebinden çıkan tek şey bu.”
“Niye yanınıza aldınız? Delili bu şekilde cebinizde taşıyamazsınız” dedim, tüm olaylara eşit mesafede kalmayı gerektiren bir profesyonel duyarsızlığına bürünerek. Oysa çok ilginç bir tesadüfe dönüşen bu adli olayın benim için özel bir anlam taşıyan ilahi mesajını kavramaya çalışıyordum. Merak içinde aldım, üstünde sadece ‘Murat’a’ yazılı zarfı. Hızla okumaya başladım:
“Sevgilim…
Bir kerecik sana böyle seslenebilmeyi istemiştim. İşte şimdi söyleyebiliyorum. Bir son mektubun ironisine sarmalanıyor bunu ilk defa söyleyebilmenin heyecanı.
(…)
Ve sen bu mektubu okuduğunda sevgilim, kalbinde sonsuz bir yer bulacağımı umuyorum.
Seni çok seven Semiha”
Dondum. İçimdeki son anlam duygusunun böylece elimden alınmasına mı, zarfın üstünde yazan isme mi, yoksa O’nun ölümüne mi?.. “Semiha” diyebildim sadece ve ağlamaya başladım…
Şubat 2012