Posts from the ‘öyküler’ Category

Mektup

Sevgilim…

Bir kerecik sana böyle seslenebilmeyi istemiştim. İşte şimdi söyleyebiliyorum. Bir son mektubun ironisine sarmalanıyor bunu ilk defa söyleyebilmenin heyecanı.

Seni ilk defa gördüğüm o akşamı hatırlıyorum. Onca abartılı şıklığın içinde sadeliğinle farklıydın. Beş yıldızlı bir otelin düğün salonunun, ışı ışıl avizelerinin, şıkır şıkır masalarının, pırıl pırıl yemek takımlarının, sahnede şakıyan o şık latifenin yumuşak sesli şarkılarının ihtişamına; orayı bir akşamlık ‘seçkinim’ duygusuyla dolduranlardan daha çok ‘ben değilim’ diyen sadeliğinle, sen yakışıyordun.

Aynı masada karşı karşıya oturuyor olmamız bir şans mıydı, şanssızlık mı, şu anda karar veremiyorum doğrusu. Hele de böyle bir mektubu yazarken.

***

Kalem elimde oturuyorum. O ilk akşamı düşünüyorum. Murat’la, üniversite sıralarından başlayan ‘üç silahşör’ arkadaşlığının bir üyesini, sevgili eşine teslim edeceğimiz lüks düğün salonuna nasıl gitmeliyi tartışıyorduk. Kendimiz gibi olmak gerektiğine inanan Murat blazer ceketinin altına bir kot geçirmiş, arkadaşının bu özel gününe değer verdiğimizi hissettirmenin gereğine inanan ben ise pahalı bir smokinde karar kılmıştım.

Tam karşısına oturduğumda, ne kadar yanıldığımı anladım. O, bir sürmeden ibaret makyajı ve gündelik olanın sıradanlığına yenik düşmeyen abartısız elbisesiyle, havai fişekler patlatan zenginlik gösterisini doğal olana bağlayan bir demet kır çiçeği sahiciliğiydi doğrusu. Üstümdeki kiralık smokinin bana getirdiği ise, beklentimin tersine, utanç duygusuydu.

İki satırdan ibaret o ilk konuşma fırsatını bulabildiğim sigara molasının üzerinden geçen iki yılın beni taşıdığı yer, yıldız parıltılarının aydınlatmaya yetmediği bir gece yarısının üstüme çöken karanlığında, duygularımı görünür kılmasını umduğum bir masa lambası ile üstündeki kalem ve kağıttan ibaret bu çalışma masası.

Debelenip durmama karşın, daha ilk satırını bile yazamadığım bir mektupla, son bir kez sesimi duyurmak istiyorum ona. Becerebilirsem, son bir veda…

***

İki yıl geçmiş üstünden. Bir daha görüşme fırsatını yakalamak için uğraşmasaydım, büyülü bir akşamın içime doldurduğu kelebeklerin ömrü kadar kısa sürecekti belki de hissettiklerim. İçime dolan yaşama sevinci, ölümün soğuk gerçekliğinin ifade gücüne sığınma çabasına uzamayacaktı belki de. İki yıl yetti, sınırın bir tarafından diğer tarafına adım adım savrulmam için.

Seninle yakınlaşabilme fırsatını bulduğum o ortak arkadaş gecelerinde kurduğum iki kişilik dünya umutlarını, sadece ikimizin olduğu o ilk itiraf akşamında kaybettim ben. O ilk reddedilişte hayal etmeye indirgedim umut etmeyi. Diğer her reddedilişte ise, hayallerim adım adım umutsuzluğa, mutsuzluğa, acınası bir karamsarlığa dönüşüyordu.

Keşke sen de sevebilseydin beni. O iki yıl boyunca edindiğin sevgililerinden herhangi biri kadar değebilseydim kalbinin inceliklerine. Olmadı işte…

Sen her yeni sevgilinle kol kola girdiğinde, ben de intikam alır gibi başka birinin bedenine dolanmakta buluyordum çareyi. İntikam mı?.. Muhatabının farkında olmadığı bir intikam, intikam mıdır, yoksa çaresiz bir öfkenin kendi içine bükülmesi mi?

Kalbime zehirli bir sarmaşık gibi dolanan o çaresiz, içe dönük öfke, intikam avuntusundan intihar anlamına dönüşüyor bugün. Ve ben intikamın intihara yakınsayan sesini, kendi öfke kökümden türetiyorum.

***

Yazmak ne kadar zor bir işmiş. Yıllardır yazıyorum aslında. Savcı olarak atandığım o ilk kasabada, ilk iddianamemi hazırlarken ne kadar da zorlanmıştım. Sonra yıllar içinde, hukuk terimlerini yerli yerinde ve anlaşılır biçimde kullanmaya başladığımda, dile gelen ve yazmayı pratikleştiren şey deneyimdi anlaşılan. Hukuk üretmek için yıllarca yazılan yazıların, iddianamelerin kazandırdığı deneyim.

Ama insan kaç kere intihar eder ki? Başarılı bir intiharın mektubu bir kez yazılır. Ve ben başarılı bir intiharın peşindeyim…

Kalbimin sorgucusu, duygularımı, dönüşen ruh halimi, kendimde bulduğum eksikliklerimi, şeklimi şemalimi, yetersizliklerimi; işlemek üzere oldukları cinayetin failleri olarak oturtuyor şüpheli sandalyesine.  ‘Niye, ne zaman, nasıl, nerede” sorularıyla bulmaya çalışıyor cinayetin sebebini. Benimse tek cevabım var: ‘onu seviyorum…’

Vazgeçmeyi denemedim değil. O her sevgili edinişinde, ben de yeni bir ilişki peşine koştum. Kalbimde, tercih edilmemenin yarattığı boşluğu, ikame hoşlanmalarla, beğenmelerle doldurmaya çalışıyordum. Ama içime yerleşen tek şey ihanet duygusu oluyordu. Onun fark etmeyeceği ihanet duygusunun yönelimi, kendi sevgimin, var olduğuna inandığım büyüklüğüydü aslında. Her ihanet ettiğimde, aldattığımın kendim olduğu gerçeğine uyanıyordum.

***

Hissettiklerimi söylemek konusunda çok başarılı olmadığımı biliyorsun. Bütün yetersizliğime karşın yazmak konusunda, konuşmaktan daha başarılıyım. Bu nedenle, her itiraf/reddediliş buluşmalarının öncesini ve sonrasını, o uzun mektuplarla donatıyordum. Söyleyemeyeceklerimin, içimde urlara dönüşmesini engellemek için, harflere, satırlara, paragraflara aktarıyordum.

Engel olmadı ama. Hissettiklerimi sana bir biçimde iletebilmiş olmam, kabul görmemenin yarattığı tahribatı azaltmadı. Tek bir kanser hücresi olarak kalbime giren sevginin tüm gövdemi ve ruhumu saran yürüyüşü, reddedilişlerle daha da hızlandı.

Hastalandım ben sevgilim. En yakınlarımın gözü önünde yürüdüm kendi karanlığımın en diplerine. Dinlemeyi değil de anlamayı becerebilseydim, ‘ondan sana hayır yok, bir an önce sökmelisin onu kalbinden’ sözlerini… Anlayabilseydim ve içselleştirebilseydim… Belki de bu yolculuğun böyle bitmemesi mümkün olabilirdi. Anlayamamış olmamın yükünü, kelimelerin ikna gücünün zayıflığına yüklemek ne kadar doğru bilemiyorum ama benim şu anda yaptığım tam olarak bu.

Kelimeler anlatamıyor demek ki. Hele de zayıfsa ve anlama derinleşmiyorsa, iyice yetersizleşiyor sözcükler. Oysa anla istiyorum beni. Benim için olan anlamını bil istiyorum.

Belki sadece, senin için görünmez oluşumun bende yarattığı çaresizliğin içine sığma girişimidir, hissettiklerimin anlaşılması. Kendimi kabul ettirebilme çabasının son sığınma limanı.

İşte bu yüzden, gücüne inancımı kaybettiğim sözcüklerin yerine bedenimi fırlatıp atmak istiyorum önüne. ‘Ne olur anla beni’ diye…

***

Murat ‘o kızdan sana hayır gelmez’ demişti. Günden güne çözülüşümü, ruhumun çürüyüşünü gördükçe daha sık yapıyordu bu konuşmaları benimle.  ‘Haklısın’ diyordum ama ertesinde haksız çıkarıyordum sevgili dostumun tüm tezlerini.

Kabullenmemi istiyordu çevremdeki tüm insanlar. O’nunla bir hayatımın olamayacağını kabullenmemi ve yürüyüp geride bırakabilmemi… Oysa benim için kabul etmek, tüm hayat neşemi,  var olma sebebimi, tamamlanabilme arzumu tek başına temsil ettiğine inanarak inşa ettiğim ‘O’ fikrinden kopmaktı.  Ve ben kopmak istemiyordum.

O’nunla aramda kurabildiğim tek köprü olan, ‘karşılıksız aşk’ bağı, beni sadece O’na değil, bir bütün olarak hayatın kendisine bağlıyordu. Böyle inanıyordum ben. O’nu kalbimden çıkarmaya çabaladıkça, güzel olan her şeyle bağım da zayıflıyordu.

Ulaşamama haliyle yıkıma uğrayan ‘anlam’ fikri son zamanlarda, sadece ‘anlaşılma’ duygusunda gövde kazanıyor. Kelimelerin yetmediğini deneyimlediğim anlaşılma fikrine saplanıp kaldım. Beni anlarsa, içine düştüğüm bu kuyudaki debelenmelerimin son bulacağına inanıyorum. Ve gövdemi, yıllardır oynadığım aşk, acı, ulaşamama tragedyasının final sahnesi için hazırlıyorum.  Bir intiharla, “ben”i onun kalbine işleyecek bir sonsuz pişmanlık duygusunda anlamlandıracağımı düşünüyorum.

Acının daha derine sızabilmesi için bir de mektup lazım ama. Başlayabilsem onu da başaracağıma inanıyorum.

***

Sen bu mektubu okuduğunda…

Kaçışın haberdar edildiği bu en meşhur ve en klişe cümleyi ben de kullanıyorum şimdi. Bütün hayatını klişelerden uzak durarak yaşamaya gayret eden benim için ne ironik bir final bu.

Sen bu mektubu okuduğunda, artık ben olmayacağım. İki yıldır “ben” olmaktan uzaklaştırdığım benliğimi, beden olarak da olmama haline hazırlıyorum.

Ve sen bu mektubu okuduğunda sevgilim, kalbinde sonsuz bir yer bulacağımı umuyorum.

***

Biraz önce bindiğim polis aracında, bir polis memuru özetliyordu olan biteni. Parkın ortasında ağaca asılı kadın bedeninden ve bir soyadsız intihar mektubundan bahsederken, ben sabaha kadar süregiden ve yarım saat önce bir telefonla kesintiye uğrayan kendi ölüm planıma denk gelen bu olayın, bir nevi ilahi mesaj olduğunu düşünüyordum.

Mektubu bitiremediğim için mi ölmemiştim, yoksa ölmeye karar veremediğim için mi mektubun sonuna gelememiştim. Yoksa bu ‘ilahi mesajın’ gelişini mi bekliyordum, çok değerli dedikleri hayatıma son vermemek için. Bunu tartıyordum kafamda.

Sabahın çok erken saati… İnsanlar yeni bir günün telaşı içinde koşturuyorlar oradan oraya. Bense onları, kendi gündelik rutinlerinin döngüsüne kapılmış bir sürü dolap beygiri olarak görüyorum sadece. Ve kendi dolabımı döndürmeye, bir polis minibüsünün camından ara ara dışarıya bakarak, diğer taraftan da polisin bana anlattıklarına kulak vererek gidiyorum işte.

“İşte bu mektup savcı bey” diyor polis memuru, “maktulün cebinden çıkan tek şey bu.”

“Niye yanınıza aldınız? Delili bu şekilde cebinizde taşıyamazsınız” dedim, tüm olaylara eşit mesafede kalmayı gerektiren bir profesyonel duyarsızlığına bürünerek. Oysa çok ilginç bir tesadüfe dönüşen bu adli olayın benim için özel bir anlam taşıyan ilahi mesajını kavramaya çalışıyordum. Merak içinde aldım, üstünde sadece ‘Murat’a’ yazılı zarfı. Hızla okumaya başladım:

Sevgilim…

Bir kerecik sana böyle seslenebilmeyi istemiştim. İşte şimdi söyleyebiliyorum. Bir son mektubun ironisine sarmalanıyor bunu ilk defa söyleyebilmenin heyecanı.

(…)

Ve sen bu mektubu okuduğunda sevgilim, kalbinde sonsuz bir yer bulacağımı umuyorum.

Seni çok seven Semiha”

Dondum. İçimdeki son anlam duygusunun böylece elimden alınmasına mı, zarfın üstünde yazan isme mi, yoksa O’nun ölümüne mi?.. “Semiha” diyebildim sadece ve ağlamaya başladım…

Şubat 2012

Üstü Kalsın

Cüzdanında sadece bütün bir 50’likle bindi dolmuşa. Bozduracak vakti yok.

Bindiği yerden dolmuşlar, bazen oturacak birkaç boş yerle, bazen de ayakta durmaya zor yer bulabileceğiniz dolulukta geçerler. Bu sefer yer var, en arka orta… Orta ve nasıl sığacağı belli olmayan bir boşluk.

Pardon diyerek oturdu iki geniş basenin ortasına.

Üçlü veya dörtlü fark etmez, dolmuşta oturacak tek boşluk bir koltuğun ortasıysa uyman gereken kurallar vardır. Eğer öndeki üçlüyse, ortadaki boşluğu işaret ederek “pardon şöyle geçebilir misiniz?” dersin kapı tarafında oturana. O da “ben şimdi inecem” deyip yan döner koltukta, eğer cazgır mazgır değilsen geçer oturursun. Arka dörtlüde ise, eğer boşluk kıçını sığdıracak kadarsa herhangi bir şey demene gerek yok, git ve yerleş. Ama kalan yer kıçının yerleşmesine yetmeyecek gibiyse, bir “pardon” demen gerekebilir. Böylece iki yanda oturanı, durumdan haberdar etmiş olursun. Toparlanırlar hafiften ve kıçın için de uygun bir yer açılmış olur.

İlk oturduğunda iki taraflı bir baskı hissedersin. Bu baskı yandaki basenlerden kaynaklanmaz genelde. İnsanlar kıçlarını yer açmak için büzse bile, ilk anda gövdelerini küçültemezler. Sen iki kolunu öne doğru uzatarak sadece sırtının küçük bir kısmını koltuğun arkasına dokundurursun. Ama merak etme geçici bir süredir bu, biraz sonra iki yanındakiler de durumu fark eder ve omuzlarını hafiften öne doğru çekerek sırtın için de bir yer açılmasını sağlarlar. Eğer o kadar anlayışlı değillerse, dolmuşun sallantısına yedirdiğin belli belirsiz vücut hareketleriyle, kıçın ve sırtın için uygun bir alan yaratırsın.

Birkaç dur kalktan sonra doldu dolmuş. Sıkış sıkış şimdi. Biraz önce binen kılıksız adam, en son istiflenmede binenlerin itmesi kakmasıyla kendine daha ortalarda bir yer buldu. Kılıksız dediysek dolmuşa binecek kadar kılıklı. Altında eski bir siyah kot. Modaya uygun eskitilmiş olanlarından değil, bildiğiniz eski, orasından burasından incelmiş, kirli mi kirli üstelik. Giydiği siyah tişörtünü kotuyla birlikte mi almış acaba, onun kadar eski görünüyor. Kirlilikte ise kottan biraz daha iyi durumda. Kırklarının ortasında uzun saçlı, rakçı gibi bir şey. Kulağının tekinde sallanan bir küpe var…

Rakçının genci yaşlısından daha kabul edilebilir bir kişidir. Genç olana, “bu yaşlarda olur böyle şeyler” hoşgörüsü gösterilir ama yaşlının bir bahanesi yok. Ne skime bu halde olduğuna bir gerekçe bulunamaz. Çoluğa çocuğa karışmış, evli barklı, iş güç sahibi doğru düzgün bir adam olması gereken yaşlarda, böyle yarı evsiz gibi bir halde ne işi olduğuna, neyin itirazını sürdürdüğüne anlam vermek, ortalama aklın alacağı şey değil doğrusu. Dolmuşun ortak aklı da kabullenmekte zorlanıyor bu adamı. Üstelik alkol de kokuyor.

– Hastane’de inecek var…

Kartal’dan kalkıp Kadıköy’e minibüs yolunu kullanarak gelen dolmuşlar, bir dola bir boşala ilerlerken, Bostancı’ya kadar ara ara trafiğe takılır. Ancak Bostancı’dan sonra yavaş yavaş artan trafik en çekilmez hallerini Çemenzar ile Göztepe Hastane arasında yaşar. Hastane kavşağını geçtiniz mi, trafikte bir rahatlama olur gibi. Asıl büyük hengameye kadar ama. Büyük hengame derken, araçların birbirini böyle sıyıra sıyra geçtiği, her şoförün direksiyonu bir sağa bir sola kıvırarak ilerlemek için her türlü akrobatik hamleyi yaptığı trafik keşmekeşinden bahsediyorum. Herkes en az birkaç kişinin yol hakkına tecavüz etmeli ki Kadıköy’e -3 mü 5 mi bilinmez dakika- erken varabilsin. İşte bu karmaşa Kadıköy evlendirme dairesinin oralarda başlar. Çevre yolundan gelen katılımlarla ve Hasanpaşa’nın oralarda Kadıköy-Kartal istikametine gitmek isteyen otomobil-otobüs-minibüslerin kendi rotalarına geçiş yolunun da kesişmesiyle cehennemin en harlı ateşi alevlendirilir. Cuma akşamları ile cumartesi günleri en fenası…

Göztepe Hastane’de indi yaşlı rakçı… Yolcu ahalasi onun inmesinden memnun gibi, trafik de rahatlayacak kısa bir süre. Ama cumartesi günü Kadıköy’e gideceksen çok da rahat olamazsın zaten. Hem dolmuş kalabalık hem trafik… Hem dışardan hem içerden baskı gerer insanı, gerer de gerer. Şoför, küfredecek yer aranır, daha çok dışardaki arabalar buna malzeme verir.

– Eşşekoğlu eşşek yürüsene. İstanbul burası, seni mi bekleyeceğiz. Daaaaaaat…

Eğer kornaya bir karşılık verirse dışardaki araba, eyvah ki eyvah, nereye gideceği belli olmayan bir yola girmişsiniz demektir. Şanslıysanız ağır bir küfürle devam edebilirsiniz. Diğer ihtimal ellerin levyeye uzanmasıdır.

“Kaptan aile var…” diye seslenen olursa dolmuşun içinde gerilim anında ikiye katlanır. Efendice olan şoförler ya “kusura bakmayın”la ya da sadece susarak ortalama ortam ahlakına uyum gösterdiğini belli eder. Eğer bıçkınına rastgelmişseniz, en iyi ihtimal bir ağız dalaşıyla atlatmanızdır. Ama caaarrt diye el freninin çekildiğini duymanız da ihtimal dahilindedir.

Dolmuşçunun kornasına ve küfrüne, ne içerden ne dışardan bir karşılık gelmedi Allahtan.

Bu çoktan seçmeli, bol ihtimalli gerilim anlarının sıkıştırmasından “ulan para üstünü göndermedi” diye ayıldı bizimkisi. İşte dolmuş hayatının en gerilimli mevzularından bir başkası. Parayı verirsiniz üstü gelene kadar akıl kalır orada.

Eğer küçük miktarsa, diyelim 5-10 kuruşsa gerilim daha da artar. Zira o kadarcık bir parayı istemek, insanı bir anda “küçük hesapların adamı” durumuna düşürebilir diğer yolcuların zihninde. İstemesen, “ulan böyle küçük küçük kazıklarla insanları eşşek yerine koyuyorlar, ahlaksızlık bu” düşüncesine de kapılabilirsin. Düpedüz “küçük hesapların adamı” değilsen elbette.

Miktar büyükse sorun küçülür. Para üstünü hatırlatmanda, toplumsal ve etik olarak bir problem yok. Bizimkinin ki 50 TL üstü, o yüzden sorması kabul edilebilir.

– Kaptan, 50’den bir kişi üstü vardı.

– Ben gönderdim onu.

Aman ki aman, işte bir başka cendere. Yolcuyla şoför arasında para üstünün gönderilip gönderilmediği üzerine bir tartışma başlayacak. Cepler karıştırılacak, paralar sayılacak, ispatlanması imkansız şeyler dolmuştaki tanıklıklarla felan bir sonuca ya bağlanacak ya da araba karakolun önüne çekilecek.

– Sizin gönderdiğiniz para üstünü o hırpani adama uzatmıştım ben, o da parayı aldıktan hemen sonra indi. Yoksa?..

Dedi yaşlıca bir banka memuresi kılıklı kadın.

Bu söz daha baştan çözüverdi olası gizem yumağının iplerini. O andan itibaren, değişik dünya görüşlerinden olsalar bile, yolcuların tamamına yakının hem fikir olduğu ortak ahlak kümesi devrededir artık.

– Kesin O aldı ve sonra indi. Hırsız kılıklı bir şeydi zaten.

– Ahlak bitti bu toplumda.

– Şerefsiz…

Her kafadan bir ses çıksa da son noktayı şoförle parası iç edilen adamın diyaloğu koyacaktır.

– Birader istersen, yolcuları indirdikten sonra bir karakola götüreyim seni, ben de şahit olurum. Bu şerefsizlerle uğraşmazsan herkesin başına gelir bu.

Yıllardır duyduğu bir şehir efsanesinin başına gelmesinden son derece muzdarip olan bizimkisi, iki şeyin arasında şimdi. Ya acele yetişmesi gereken toplantıyı bir kenara bırakıp, her sorumlu yurttaş gibi şoförün öğüdünü tutacak, ya da toplantıyı tercih ederek, her gani gönüllü adamın yapacağı gibi bir siktir çekecek giden paraya. İki ihtimal de fena gözükmüyor, prestij açısından. Siz sorumlu bir vatandaş ya da alçak gönüllü cömert bir halk adamı olmaktan hangisini seçerdiniz bilmem ama bizimki, siktir çekmeyi tercih etti.

– Yok be Kaptan Allahından bulsun. Hem gitsek karakola ne olacak ki? Ne adamı ne parayı bulabilirler, bir sürü zaman kaybetmekle kalacağız biz.

Dedi ve soylu her şövalyenin yapacağı gibi kılıcını düğümün üstüne şu sözle indirdi:

– Seni de işinden gücünden etmeyelim…

İşte bu… O bir kahraman artık, kılıksız-yaşlı-hırsız rakçıya karşı 50-2=48 TL’nin çok küçük kalacağı, soylu bir moral zafer kazandı ahalinin gözünde.

Rıhtımda indi beş parasız. Toplantıya daha bir 10 dakika var, para çekmek için en yakın ATM’ye gitti. Şanslı bu sefer, sıra yok bankamatik önünde. Para yatıran bir kişi vardı o da bitirdi işini. Cüzdanın kart bölümünden banka kartını çıkarırken ona yapışık bir 50 TL de eline geliverdi. Durdu bizimkisi, utandı biraz.

24.11.2012

Telefon

İkinci çalışında duydu telefonunu, dördüncü çalışı tamamlanmadan öteki kapattı. Sonra kalktı öteki tüm ötekiliğiyle… Ve gitti…

***

Bu sokağa akşam, kızarmış patates kokularıyla ve dolaptan yeni çıkmış bira şişelerinin soğukluğuyla gelir. Sağlı sollu dizilmiş bar bahçelerinin masalarından yükselmeye başlayan insan sesleri, döne döne bahçe kapılarından sokağa akar. Aynılaşa aynılaşa tek bir sese dönüşür sözler. Kurulan her cümle, yerini aldığı tek bir uğultu yumağının içinde kaybeder anlamını.

Bir tek, mendil ve çiçek satan çocukların sesleri ayrıksılaşır. Diğer ses yığınının içinde herkesin duymadan bildiği bir alışverişin anlamında gövde kazanır.

***

Bahçe girişine en yakın masaya oturdu. Sigarasını ve biletleri çıkardı çantasından.

“Daha iki saat var başlamasına.”

“İlk günü diye mi yığıldı millet acaba? Sadece ikimiz seviyoruz zannediyordum bu adamı, ne çok bileni varmış.”

“İkimiz mi? Henüz değil. Belki bu akşam filmden sonra. Belki bu akşam ben konuştuktan sonra…”

– Ne alırsınız?

– Bir bira alayım, yanında da patates.

Bir sigara çekti paketin içinden. Yaktı. Garson uzaklaşınca, çiçekçi çocuk bitti kapıda:

– Abi çiçek alır mısın?

Gülümsedi.

– Teşekkürler canım, görüyorsun yalnızım.

– Abi okul harçlığım…

– Sağol canım belki sonra.

“Belki sonra? Evet belki bu akşam” Gülümsedi… Cep telefonuna baktı bir daha, cevapsız arama yok…

“Unuttu mu acaba?”

“Unutmaz canııım, aylardır bekliyoruz bu filmi.”

“Adam yönetmen değil sihirbaz. Ne çok bileni varmış?”

“Unutmadıysa niye açmadı telefonunu acaba? Geri de dönmedi… Yoğundur belki de.”

“Belki mi? Evet belki bu akşam… İkimiz…”

Kafasını kaldırdı telefonundan, gözleriyle şöyle bir taradı bahçeyi. Çok insan yok, koca bahçede sadece iki-üç masa dolu.

“Birazdan dolar da bu bahçe bile yetmez.”

Bahçenin ortalarında bir masaya takıldı gözü. O’nu gördü. Oturmuş bir başına.

“Bu ne şimdi sürpriz mi?” Gülümsedi…

***

“Ne kadar da güzelsin? Öyle tek başına…”

Kalbi, birkaç saniyeden ibaret zamanı aylara, üç beş metrelik mesafeyi mekanlara doğru genişletti.

Ta buradan görüyordu boynuna taktığı gümüş kolyeyi. Doğum gününde hediye etmişti ona. Bir defa ve ilk defa dans ettikleri o doğum gününe açıldı zamanın kanatları.

Saçları dökülmüş omzuna… Önceleri toplardı saçlarını. Açıkken çok daha güzel olduğunu söylediği gün çözüvermişti tokaları.

Güzelim parmaklarını seçiyordu gözleri. Kırmızı oje denemesini önerdiğindeki, “hayır benim rengim siyah” isyanına yenik düşüşünü hatırladı. “Tamam tamam kızma” siyahına boyalıydı yine tırnakları.

Gülümsedi…

Bahçe kapısına yönelmiş bir adam, aralarından karaltısını geçirinceye, karaltısıyla düşüncelerini kesinceye kadar süren birkaç saniye süzdü O’nu.

Gülümsedi… “Şimdi görürsün sürprizi.” Eli uzandı telefona.

***

Zıııııırrrrrr zır, zıııııırrrrrr zır…

O duymadı telefonu.

Berikinin gözleri O’nda. Bir kulağı telefonda açılma sesini bekliyor heyecanla, diğer kulağı ise yanındaki, karaltılı adam ve çiçekçi çocuğun konuşmasını duyuyor istemsiz.

– Kaça?

– On beş lira abi.

“Çakal, kazıklayacak adamı.” Diye düşünüyor, dudağında gülümseme…

***

Zıııııırrrrrr zır, zıııııırrrrrr zır…

Duydu kadın. Aldı eline telefonu, ekranına baktı…

Berikinin başında ise sürüyor hala alışveriş.

– Onbeş lira neymiş ya, bir gül onbeş lira olur mu?

– Okul harçlığı abi.

“Üzme çocuğu ne olacak ver işte…”

Garson birayı ve patatesi bırakıyor masaya.

Gülümsüyor bizimki…

***

Zıııııırrrrrr zır, zıııııırrrrrr zır …

Gözleri telefonuna bakıyor şimdi kadının. Açıp açmamakta kararsız. Masaya bırakıyor telefonu. Bir elini alnına götürüyor.

Açıp açmama kararsızlığı değil daha ötesi. Zamansız bir zamanlamanın paniğine kapılmış gibi… Boştaki eliyle ahizenin üstünü kapatıyor, sesini duymadığı şeyin varolmayacağını umarak.

Çiçekçi çocuğun, karaltılı adamın sesleri sokaktan, bahçeden gelen seslerin gövdesine karışıyor. Sözlerin sese dönüştüğü uğultu yumağında yitmeye başlıyor anlam.

Şaşkınlık gelip çöküyor berikinin gözlerine. Gülümseme donmuş yüzünde…

***

Zıııııırrrrr… Karaltılı adam yaklaşıyor O’nun masasına. Elindeki çiçeği uzatıyor. Kadın kafasını kaldırıyor telefondan, alnındaki eli uzanıyor çiçeğe, diğer eli hala kapatıyor telefonun ahizesini.

Düşünceleri, düşleri hiç bilmediği bir adamın karaltısında kırıma uğruyor berikinin. Bir bulut yağmur yükleniyor gözlerinde.

Zır… Kapatıyor telefonu. Ne yapacağını bilemiyor şimdi. Kızıllığını yitirmeye yüz tutmuş akşam güneşi, içini ürpertiyor. Bahçeden, sokaktan gelen sesler döne döne bir uğultunun anlamsızlığında bütünleniyor. Sözde hafif manada ağır yükleri sızdırıyor acı, kulaklarından kalbine.

***

Her madalyonun bir de öbür tarafı var elbet. Her göz ait olduğu bedenin algılarından bakar olgulara. Her anlam her gözde farklı bir gerçeğe boyanır.

Bu hikayenin de elbet, bir öteki tarafı var…

Algılar var, olgular var…

Bir de bunların soğuttuğu gözlerin kendi zamanına, kendi duygularına mesafelenme hali var…

Fakat bunu bilmiyor şimdi adam. Biraz önce içine uyandığı çaresizliğin yüklediği hüzün, zaman içinde yeni anlamları keşfetmesine olanak verecek şekilde seyrelecek elbet. Ama şimdi berisinde duran gerçekliğin ötekileştirdiği ruh haliyle çıkıyor bahçe kapısından.

Arkasında, masa üstünde bir çift sinema bileti ve bir telefon bırakıyor, hüznün fotoğrafını çekmek isteyenlere.

Bir de taaa ötelerde, üçlerce beşlerce metre uzakta birbirine gülümseyen iki çift göz bırakıyor, o da mutluluğun resmini isteyenlere…

Zincir

Karısını kaybedeli beş yıl oluyor. Yalnız geçirilen beş koca yıl. Şimdi burada olsa, kuş sütüyle donatılmış bir balkon kahvaltısı yaparlar, üstüne de bol köpüklü bir kahvenin tadını, karşılıklı söyleşe söyleşe çıkarırlardı. Titiz kadındı rahmetli. Yaşına başına bakmadan üç güne bir evin altını üstüne getirir, köşe bucak her yeri süpürür, silerdi. “Bir temizlikçi tutalım, haftada bir gelsin temizlesin her yeri” diye kaç kere söyledi. Dinlemezdi nur içinde yatasıca, dinlemedi hiç. Elden ayaktan düşene dek evinin temizliğini kendisi yapacaktı. “Haftada bir gelse yeterdi, zaten bir başlarınalar, kirlenmezdi ev o kadar.”Ama kabul etmedi, ettiremedi. Şimdi balkonda, meyveye durmuş kirazın dallarına inip kalkan kuşları izliyor. Ağaca yaptığı yuvanın çevresinde dönenip duran bir çift ispinoz, öğle güneşiyle saklambaç oynayan birkaç serçe, balkonunun duvarına yaptıkları yuvaya uğramak için, onun gidişini, karşı evin çatısından gözetleyen iki kırlangıç…

Saat 12… Baba yadigarı guguklu saatin kuşu, bir girip bir çıkıyor yuvasına. Zaman dil çıkarıyor, ihtiyar bir adama. Ve bir ihtiyar adam emeklilik hayallerini gerçekleştirmek için geldiği kıyı kasabasında, beyaz badanalı derme çatma evinin, belki aylardır temizlenmemiş balkonunda, elinde sımsıkı tuttuğu bir kutu uyku ilacını terletiyor.

Bir mekanik cikcikleme; sokak kapısından, ortalara saçılmış ayakkabı ve terlik çiftlerini, oraya buraya atılmış kirli kıyafetleri, bilmem kaç günlük bulaşıkları, toz içindeki mobilyaları, kir ve rutubetin içerilere birikmiş kokularını ve bilinmez bir anda durmuş zamanın görünmez ağlarını yara yara adama ulaşmayı başardı. Durdu… Bekledi… Dinledi… Israr eden birkaç cikciklemenin ardından, kutuyu bıraktı ve sandalyeden doğruldu adam.

***

Nereden çıktı bu müfettişler. Bir aydır dairenin altını üstüne getirdiler. ‘Sicil-yoklama’, ‘tahakkuk’ derken şimdi de ‘kovuşturma’ servisindeler. Tebliğ edilmemiş ‘ödeme emirleri’ni tebliğ ettirmeye, yapılmamış hacizleri yaptırmaya… Memuriyet hayatının üçüncü teftişiydi bu. Titiz bir memur her zaman takdir görür. Önceki müfettişler hep olumlu sicil vermişlerdi kendisi için. Amirleri de… Disiplin, dürüstlük, işine bağlılık… Bunlara inanıyor Müdire Hanım. Bir de haddinden fazla çalışmaya. Yirmi yıldır durmadan, usanmadan şevkle çalışmış, şeflik, müdür yardımcılığı, müdürlük sınavlarının tümünü vermiş ve sonunda bir vergi dairesine müdür olmuştu. Ankara’daki birkaç tanıdığın ufak tefek yardımlarıyla da sonunda buraya, eşinin memleketinde bir vergi dairesinin başına geçmişti.  Ama şu kayınbiraderi yok mu, mahvedecek her şeyi…

Aslında iyi çocuk ama tutturamadı bir türlü. Ticaretten anlamıyor hiç. Zaten kitapçı açmak için bunca okumaya ne gerek var? Üniversite okuduysan bul maaşlı bir iş çalış. Kitapçılık yapacakmış. Batırırsın işte böyle. Bari vergi borçlarını ödeseydin de beni bu duruma düşürmeseydin. Ne yapacağım ben şimdi? Ya müfettişler sorarsa bu adama niye haciz göndermedin diye. Ya akraba olduğumuzu da anlayıp  ‘Hanımefendi bu ne rezilliktir’ diye bir de fırça atarlarsa. Yok dayanamam ben, basar giderim o anda… Ulan, ne diyeyim sana, beni düşürdüğün hallere bak…

Telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdı:

– Müdire Hanım müsaitseniz teftiş odasına bir gelebilir misiniz?

– Tabii efendim hemen.

***

Elinde bir kağıt parçasıyla öylece kalakaldı. Ne diyeceğini, ne düşüneceğini bilemiyor şimdi. Kasanın bulunduğu ‘L’ biçimindeki küçük masanın bir kenarına dayandı hafiften. Gözlerinin etrafında küçük küçük noktalar dönmeye, ince bir sızı midesinden yukarı doğru yürümeye başladı. “Derin bir nefes al geçer. Derin bir nefes…” Hayır, istemiyor derin bir nefes almayı. Ne rahatlamayı, ne unutmayı, ne bastırmayı… Sadece çökmek istiyor. Görkemli bir düşüşle, masayı, masadaki boş kasayı yerlere devirmeyi umut ediyor. Sonra sessizce kararsa her şey ne güzel olurdu. Her şey sessizliğe gömülse… Uzunca bir süredir boşalmayan raflardan kitaplar uzatmış başlarını bakıyorlar ona merakla. Çekler, senetler, banka ihbarları kanatlanmış, akbabalar gibi dönüp duruyorlar çevresinde.

Pasajın dar ve uzun koridorunu baştan başa geçerek kapısına ulaşan ölgün gün ışığını, kırtasiyeci Hasanın iri cüssesi kesti.

– Bir tavlaya ne dersin üniversiteli?

– Pek keyfim yok be abi, başka bir zaman yapalım.

– Hayırdır?

Ne anlatsın sana şimdi. Zaten düğüm düğüm olmuş her şey. Boğazına bir yumruk gelmiş oturmuş. Ağzını açsa kusacak sadece. İçinde biriken ne varsa boşaltacak dışarı. Tutuyor şimdilik kendini. Hem konuşmak istiyor, hem ağzını açacak gücü yok.

– Bizim çıraklardan birini buraya yollayalım da çıkalım, birer tek atalım. Kafan dağılır biraz.

– Peki abi.

Masanın üstündeki ıvır zıvırı, ne olduklarına aldırmaksızın, alelacele çekmeceye sokuşturuyor.  En son elinde o kağıt yine, bir daha bakıyor üstüne: … Vergi Dairesi Müdürlüğü (…) vergi borcunuzu (…), 7 gün içinde(…), aksi halde(…), haciz işlemlerini (…) “Yaktın beni abla” deyip onu da tıkıyor masanın gözüne. Arkada, buğulu sesli Fransız kadının şarkısını bırakıyor kapıdan çıkarken: “je vois la vie en rose”…[1]

***

Şehrin eski sokaklarını, bozuk taş yollarda sürüklediği valizinin tekerlek takırtıları ile doldururken, bir eliyle de küçük kızının elini tutuyor.  Yıllar sonra ilk defa gidiyor babasının evine. Annesi öldükten, kızı doğduktan sonra belki bir kez, belki de iki kez geçmişti bu sokaklardan. Yüzü gözü şiş ağlamaktan. Bir dakika susmaksızın konuşan, bütün gün oradan oraya peşinde koşturmaktan yorulduğu küçük kızı da suskun. Ağzını açmadan yürüyor annesinin yanında. Yorgun olduğu kadar üzgün bir küçük kız çocuğu… Olan bitenin üstüne bir de gece yolculuğu eklenmiş bedeniyle sallanarak yürüyor.

– Dayan kızım az kaldı, hemen şu köşeyi dönünce dedenin evi orada.

Bir koltuk işte. Bir sallanan koltuk. Sevineceğini düşündüğü için almıştı. Yıllardır o daracık pasajın, güneş görmeyen köşesine hapsolmuş ruhuna bir renk getirmek istemişti sadece. Bir süredir sallanan evliliklerini kurtarma adına, kadınca bir çabayla hazırlamıştı sürprizini, ne yazık. Halbuki o mağazanın önünden her geçişlerinde, kollarından çekiştirip vitrindeki o koltuğu gösteren, ayaklarını uzata uzata oturma ve bir kadeh şarapla güzel bir kitabı okuma hayalleri kuran hep O’ydu.

“Ne vardı o kadar içecek. Son zamanlarda pek bir suskundu aslında. Bir derdi olduğu muhakkak ama anlatmaz ki hiçbir şeyi. Susar hep. Oldum olası sever içkiyi ama kendini kaybedercesine içmeler yeni. Yumuşama! Yapılana kılıflar hazırlama zihninde. Dik duracaksın! Ayrıca da koltuk ulan işte bu, sadece bir sallanan koltuk. İyi niyetle ve de elbette taksitle alınmış bir koltuk. Ne var bunca parlayacak.”

Esnaf, tepeye çıkan güneşin kavurduğu dükkan önlerini, hortumlarla serinletiyor. Önlerinde, on sekizine birkaç yılı kalmış genç bir kız çocuğu terliklerini şakırdata şakırdata yürüyor. İnce uzun saçları, kuş dövmeli omzunun bronz tenini süpürüyor. Diğer omzunda da plaj havlusu…

Evlerin, ağaçların, arabaların gölgelerine sığınmış, sıcaktan hamura dönmüş vücutlarını dinlendiren köpekler var sağda solda. Bunların yanından, önünden, arkasından bir kadın yürüyor şimdi, bir elinde valiz öteki elinde bir küçük kız çocuğu. Yüzü gözü şiş ağlamaktan. Bir de bir morartı sağ elmacık kemiğinin üstünde. O ağlamaktan değil…

Evlilik, uykusu gelmiş bir kız çocuğu, alkollü bir adam, yumruk yemiş bir kadın ve taksitle alınmış bir koltuk, hepsi ama hepsi belirgin bir ritimle ve yükselen bir tempoyla sallanıyor şimdi.

Geldiler. Beyaz badanalı ve üç katlı eski bir apartmanın ikinci katına, valizi basamak basamak sürükleyerek ve ağır ağır oflaya poflaya çıktılar. Kapının önüne geldiklerinde, derin bir ohhh çekti kadın. Zili çaldı. Boğulan bir kuş, mekanik bir sesle cikcikledi… İçerden ses yok. Bir daha bastı zile…


[1] Hayatı toz pembe görüyorum.