kuş adam kuşTik tak tik tak tik tak… Saatin sesleri zamanı taşıyordu uzandığı kanepeye. Taaa babaanneden kalan duvar saatinin elli yıllık sarkacı, geçmişle gelecek arasında gidip gelirken, tik takları şu anın varlığını hatırlatıyor.

Dört yüzyıl önce Galileo, tasarımını yaptığı sarkaçlı saatin yapımını göremese de, sarkacın salınım zamanının sabit olduğunu fark eden ilk kişiydi. Peki, sarkacın, yalnızca zamanı dakikalara değil, duygusal med cezirlerimizi de, kaygılara, beklentilere, umutlara, hayal kırıklıklarına, sevince, hüzne bölüştüreceğini tahmin etmiş miydi?

Bilmem kaçıncı işinden ayrılmasıyla, sevgilisinin terk etmesinin aynı güne denk gelmesi talihsizlik nereden baksan. Otuz yaşında ve annesinin evinde bir kanepeye uzanmış, hep yarısını yaşadığı mutluluklardan, üzüntülerden kendine diktiği yamalı bir hayatın sorgulamasını yapıyor.

Ne zaman düşse kendini tekmelemeyi pek iyi becerir zaten. Hafızası, geçmişinde onu yaralayan her şeyi, bugünün sıkıntısına eklemek için ayrıntılandırır. Şimdi de zihin sarkacı ayrılık odağından bir düne bir bugüne taşıyor adamı. İlgisiz çocukluk anılarını bile travma travma yüklenerek bugüne biriktiriyor.

***

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyor. Beynine hücum eden kan ve sürekli yön değiştirerek esen rüzgar, zamanla algıları arasına bulanıklık perdesini çektiğinden beri güneşin yerini tespit edemiyor.

Uçuş talimlerine başladığı gün, kanatlarının, sadece karnını doyurmaya değil, rüzgarın nefeslerini koltuk altlarında hissedeceği dalma çıkma oyunlarına yarayacağını da keşfetmişti.

Sadece “hayatta kalmaya” çalışan diğerlerinin kanatlarını, onlara takılan fazlalıklar olarak görmüştü hep. Aklı bir karış yerdeydi bunların. Nerede ekmek kırıntısı var, hangi insan yerlere yemler serpiyor bunun peşinde geçen bir ömür. Uçmasalar da olur aslında…

Şimdi yine aynı umarsızlıkla, aynı gündelik hayatta kalma içgüdüsüyle dönenip duruyorlar çevresinde. Bazılarının “oyun oyun diye bak ne hale geldin” diyen bıyık altı gülüşlerini de hissediyor. “Bak” diyorlar sanki, “bak bize yakıştırmadığın kanatlarımızla hayattayız hala, seninse nefesin sayılı…” Onların kanatları hayatta kalmaya yararken, kendisininkiler çırpındıkça daha fazla doluyor ayağını ağa.

***

Anadolu lisesini kazandığında çok başarılı bir çocuktu. Sadece derslerde değil oyunlarda da… İyi bir satranç oyuncusu, futbolda, basketbolda aranan, takımlara giren, evcilik oyunlarının yaratıcı babası, saklambaçlarda bulunamayan, en eğlenceli bilmeceleri soran neşeli bir çocuk.

Okul koridorunda yakalamaca oynarken bir gün, İngiliz Turgut’a çarpmıştı. Okulun en iyi İngilizce hocası olduğu ne kadar tartışmasızsa, dengesiz bir adam olduğu da bir o kadar kuşku götürmezdi İngiliz Turgut’un. Önce yanağına bir şaplak atmıştı, sonra gevşemiş kravatını sonuna kadar sıkmaya, hatta boğmaya başlamıştı. Bir yandan da küfürler ediyordu. “Nefes alamıyorum” dedi belli belirsiz ve son bir tokatla serbest kaldı.

On bir yaşındaki bir çocuğa niçin kravat taktırılır? Yaşamın renklerinden, kokularından, seslerinden, neşelerinden başı dönmüş çocukları, maddi gerçeklere sabitlemek için mi?

Özgür ruhlu bir tayın hikayesini okumuştu bir zaman. Her fırsatta çayırlara kaçan neşeli bir tay… Ona sahiplenen adam, dizginlemek için yaşam sevincini, bukağı vurmuştu ayağına.

Tay neşelerimizden, sütçü beygirlerinin boyun eğmişliğine dönüştürülmek için bukağılanmaya başlıyoruz daha on bir yaşımızda…

İngiliz Turgut’un dersiydi yine, “false” (yanlış) kelimesini öğretecek… Çok zor bir matematik denklemi yazdı tahtaya “kim çözecek bunu” diye sordu. Hesapta, biri kalkacak yanlış çözecek ve o da “false” kelimesini gösterecek… Sonra doğru çözümü kendisi yazıp “true” (doğru) nun ne olduğunu öğretecek. Çocukluk işte, mevcut plandan habersiz, İngiliz Turgut’la arayı düzeltmek için kalkıp tahtaya doğru şekilde çözmüştü denklemi ve ayarsız bir azar işitmişti. Gözlerinin dolduğunu hatırlıyor, doğruyla yanlış birbirine karışıyor çocuk aklında. Sırasına döndüğünde kravatını yokluyor, bukağısı da sıkı halbuki, neyin azarı bu öyleyse?

Tik tak, tik tak, tik tak…

***

Saksıya yapılan yuvadan düştüğünde, gözleri açılalı çok olmuştu ama uçamıyordu daha. Kedi korkusu içgüdüselse, çocuk merakı da içgüdüseldi. Ama şansı yaver gitmişti, merak içgüdüsü avlanma içgüdüsüne baskın bir kedi yavrusuydu karşısına çıkan. Korkuyla karışık bir merakla bakıyorlardı birbirlerine. Küçük pati hareketleriyle bir sağa bir sola devriliyordu. Birkaç dakikalık bu macera, bir adamın onu alıp zemin kat balkon kenarına kurulu saksı yuvasına bırakmasıyla sona ermişti.

Belki bu deneyimi nedeniyledir korkuyla merakı hep birbirine karıştırması…

***

Kalktı uzandığı kanepeden, masada duran kafesin açık kapısından uzattı elini içeri. “Cici Kuş” bir hamlede sıçradı işaret parmağının üstüne. Kafesin dışına çıkar çıkmaz uçtu.

Kanepeye dönüp uzandı yeniden. Odada amaçsız birkaç tur dönen kuş da gelip kondu göğsüne. Mavi beyaz kafasını dayadı ağzına. Ne zaman canı bir şeye sıkılsa Cici Kuş’la dertleşir.

İlk geldiğinde Cici Kuş çok küçüktü, iki aylık falan. Oyuncu bir şey. Kafesinin kapısı hiç kapatılmadı. Ne zaman istese çıkabilirdi. Evin diğer bireyi kıvırcık, beyaz teriyer “Garip”le oynaşmayı severdi. En sevdiği oyun, Garip’in sırtına konup beyaz tüylerini çekiştirmekti, sonra bir uçuşla önüne konar, seke seke ve bağıra çağıra köpeği provoke eder. Ama Garip, orta yaşını geçmiş olgun bir köpek, oyuna pek dahil olmaz, birkaç yalancı diş sallamayla geçiştirirdi.

Olgunlaşmak alışmak demek, şaşırmamak demek. Öğrendiğin şeylere uyumlanırsın zaman içinde. Muhabbet kuşları olgunlaştıkça burunları mordan laciverde dönüşür, bir de oyunları yerini dertleşmelere bırakır.

Artık Cici Kuş da oynamak yerine dinlemeyi, merak etmek yerine konuşmayı tercih eden lacivert burunlu bir yetişkin.

Doğal ortamından uzak bir kafeste olgunlaşan muhabbet kuşları konuşmayı da öğrenir. Taklit etmek diye düzeltir bazıları, hayır konuşurlar. Konuşmak iletişim kurmaktır, onlar da sizinle iletişim kurmak için sizin dilinize tercüme eder düşündüklerini.

O kuş beyinli diye dalga geçtiğimiz muhabbet kuşları var ya, zaman içinde sizinle iletişim kurabilmek adına birkaç kelime de olsa, konuşabilirler. Ya sen insanoğlu, hiç cikcikledin mi? Onun dilini küçümseyen sömürgeci kibrinle, iletişim için, tek yolun kendi dilin olduğunu düşünecek kadar bencilsin. Anca sen cik ciklemeye başladığında başka bir dünya mümkün olacak.

Cici Kuş’un üç kelimesi var: “canım”, “cicim” ve “cici kuş.” Bu üç kelimeye, hareketleriyle farklı anlamlar yüklemesini becerir. Mesela çılgın gibi bir o yana bir bu yana uçarken kullanırsa bunları anlarsın ki neşeli, ya da kafesinden çıkmadan söylerse acıkmış olabilir…

Şimdi gagasını dayamış adamın ağzına, dinliyor Cici Kuş. On dakika zehrini akıttı adam. Sustuğunda Cici Kuş’taydı sıra, konuştu: “canım…”

***

Artık çok yoruldu, ağa takılı ayağı uyuşmaya, gözleri kararmaya başladı. Belki debelenmeyi bırakmak en iyisi. Ama hayatta kalma iç güdüsü son nefesine kadar terk etmez canlıyı… Sen vazgeçsen de, kalbini, böbreğini, beynini, akciğerini, karaciğerini ayrı ayrı ikna etmen gerekir. Vücudun son ana kadar aynı yaşama direncine tabidir. Yaşama ilk tohumlandığın andan, son nefesini verene kadar süren bir mücadele…

Hücrelerimize kadar sinmiş yaşama içgüdüsü aynı zamanda büyük günahlarımızın da müsebbibi değil mi? Yaşaması için başka bir canlının ölmesi gerekmeyen bitkilerin yaşamı kadar saygı değer değil kurulum şifrelerimiz.

Günahkar doğuyor çocuklar, yaşamanın bencilliği yazılı künyelerinde. Hayatta kalmak esas işte. Her şeye rağmen yaşamaya kurulu bir bedenin günahlarından vaftiz edilmedik hiç. O yüzden saldırır her bebe anasının acıyan memesine.

Bencillik günahımızı, DNA’lar fısıldıyor kulaklarına ceninlerimizin, hangi su yıkasın, temizlesin.

Bu yüzden vazgeçemiyor hayattan ve kanatlarını bir kez daha çırpıyor. Her çırpınışta, gövdesi pat pat vuruyor tek ayağıyla sabitlendiği naylon ağa. Yaşamak isteği, kursaklarından patlayarak gelen bir son yardım çığlığına dönüşüyor gagasında: “gırak gırak gıraaak!”

***

Şıp şıp, şıp şıp, şıp şıp… Mutfaktaki muslukla birlikte mekansı gerçeklik damla damla düştü adamın algılarına.

On dakikalık bir dertleşmenin ardından bir “canım”la gelen umut yavaş yavaş kanına giriyordu adamın. Cikciklenmiş bir “canım” kelimesiyle, bugünle dün arasında sallanan sarkacı artık geleceğe doğru hareketlenmeye başlamıştı. Şimdi de musluk sesi gündelik yaşamın rutinlerine doğru döndürdü algılarını. Şaşkınlıkla fark etti takım elbisesiyle uzanmış olduğunu. Annesi görse kızardı, takım elbiseyle yatılır mı hiç diye, “kırışır oğlum…”

Kalktı… Cici kuş kısa bir uçuşla kafesine döndü… Mutfağa yöneldi adam, musluğu sıkılaştırmaya.

Musluğun başını sıkılaştırırken önce pat pat pat diye bir ses duydu ardından da bir güvercin sesi. Mutfak balkonunda, bütün apartman boyunca gerilmiş güvercin ağına dolanmış kuşu fark etti.

Bir makas alıp balkona çıktı. Ayağına dolanmış ağı kesti güvercinin. Bir eliyle düşmesin diye tuttuğu kuşun korkuyla pıt pıtlayan kalbini hissetti. Kurtulan güvercini ellerinin arasına aldı, başını okşadı sakinleşsin diye.

Uçabilecek hale geldiğinde kesilmiş ağın boşluğundan salıverdi kuşu. O da uçtu ve gitti karşı apartmanın çatısına kondu.

Daha iyi hissediyordu şimdi. Salona döndü kravatını gevşetti. Cici Kuş kafesine girmiş aynasıyla oynaşıyor. Gündelik telaşlar geri döndüğüne göre fırtına dinmişti şimdilik, bir sonraki patlayana kadar.

Burnunun laciverte döndüğünü hissetti adam…