IMG_1714Siren sesleri, kornalar, anonslar birbirine karışıyordu. Polis, itfaiye, cankurtaran… Sahil yolundan kıvrılarak girmeye çabaladıkları dar sokağa açılan yolların tıkanıklığını, canhıraş düdüklerle yarmaya çalışıyorlar.

Siren seslerini, boğuk bir polis anonsu bölüyor: “34 bilmem kaç, yolu aç!” Seslerden tedirgin olan diğer sürücüler kornalarıyla trafik tıkanıklığının günahını, önündeki, sağındaki, solundaki arabaların üstüne yıkma telaşında. Zira insanlar bir cezaevine bir de trafiğe günahsız düşerler…

Boğazı en önden seyredebilme hakkını satın alacak denli şişkin cüzdanların yalılarını, daha az şişkin cüzdanlıların boğaza karşı evlerinden ayıran sahil yolundaki bu haziran cumartesi akşamını, mesela salı akşamından farklı kılan bu cüzzamlı kakafoninin suçunu kim yüklenir? Niye yüklensin?

***

Kağıtlar, kitaplar, dergiler yığılı masanın bir kenarını masa lambası, diğer tarafını açık bilgisayarın ışığı aydınlatıyordu. Arkada çalan müzik setinin müziğe uyumlu ışıkları, adamın sırtında yanıp sönen aydınlıklar yaratmaya yetiyordu sadece.

Böylesi güzel bir hafta sonu akşamını finansal raporlar okuyarak geçirmek zorunda olan bir yüksek ücretliyi, içindeki arzulardan, dışardaki hayattan yalıtma ve kağıtlara gömme işlevi, bir kadeh viski ile Mozart’ın, Vivaldi’nin, Bach’ın sırtındadır.

Sevgilisiyle alelacele yediği yemeğin ardından koştura koştura eve geldiğinde onun da yapmayı planladığı şey tam olarak buydu. Üstünü değiştirip kucağında raporlarla, raflarını, ekonomi, finans ve üç dilden “best-seller” olmuş fakat hiç okumadığı kitaplarla doldurduğu çalışma odasına koştu. Kucağındakileri masaya boşalttıktan sonra müziği açtı ve bir kadeh viski koydu.

***

Daracık sokağı, meraklı mahallelilerle birlikte, yoldan geçenler, barlarda çalışanlar, içki içenler, bu müstesna anı “70 milyonla paylaşmaya koşmuş” televizyon kameraları ve spikerler, bir o yana bir bu yana koşturan polisler, sağlıkçılar ve itfaiye erleri dolduruyordu. Bir de iki sıraya parketmiş arabaların ortasında zorlukla kendine yer bulmuş polis ve itfaiye arabaları ile ambulans…

Seslerden ürken sokak kedileri dallardan, mahallenin eskortu sokak köpekleri karşı kaldırımdan, aşağıya inmeye üşenmiş mahallenin yaşlıları ise balkonlardan seyrediyordu bu hengameyi.

Açık balkon kapılarından, pencerelerden dışarıya, magazin programlarının, yarışmaların, eğlence programı müziklerinin sesleri taşıyordu.

***

Çalışmak için oturduğu masada, kulağı üst kattan gelen kavga seslerinde, gözü ise 10:23 ten 10:24 e geçiş anını yakalamak istediği dijital saatteydi. Okuması gereken şeylere konsantrasyonunu kaybetmişti çoktan.

“Bir aydır yediler birbirlerini” diye söylendi. Umurunda bile değildi niye kavga ettikleri, sadece hayatını işgal eden bu ses yığınının ne zaman sona ereceğini merak ediyordu. Ne zaman raporlarına dönebileceğini…

Apartmanlar böyledir işte, her şey birbirinin içinde, alt alta, üst üste… İsimlerini girişteki zillerden bildiğiniz komşuların, ne zaman uyuduklarını, ne zaman tuvalete gittiklerini, ne zaman yediklerini bilebildiğimiz çizelgelerimiz vardır. Hatta ne zaman seviştiklerini bile…

Yüzler yoktur, sadece sesler. Şöyle üç beş dakika gördüğünüz, çoğu zaman selamlaşmayı bile unuttuğunuz yüzlere eklenir, hırıltılar, horultular, bağırışlar, çağırışlar, söylenen şarkılar, ağlaşmalar, gülüşmeler…

Sifon, musluk, televizyon, müzik sesleri, kapı gıcırtıları, elektrik süpürgesinin, çamaşır/bulaşık makinalarının cayırtıları… Farkında olmadığınız, tanımadığınız hayatların gündeliklerini taşır gündeliklerinize. Üst katta, alt katta, yan dairede yaşayanlar, duvarlardan, kirişlerden, kapılardan, pencerelerden ses ses sızarak var olan, modern zaman hayaletleridir. Ara sıra da asansör kapılarında belirirler…

***

Bu evi alabilmek için ne kadar zamandır uğraşıyordu. Yirmi yıldır çalışan otuz yaşında bir adam. Berber çırağı olarak geçen çocukluk yazları, dershane-okul-dükkan arasına sığan lise yılları, bahçelerinin, kantinlerinin adeta üstünden atlayarak gidip gelinen üniversite zamanları, gidilmeyen konserler, seyredilmeyen filmler, edinilemeyen sevgililer, katılınmayan akşam eğlenceleri, okul gezileri… Hepsi Boğazı gören bu ev ile içini dolduran büyük ekran televizyon, pahalı viskiler, dekorasyon dergilerinden seçilen mobilyalar ve garajdaki pahalı bir araba olarak geri dönüyordu işte. Ama taksitle…

“Zordur bu yaşta büyük bir şirketin finans müdürü olmak.” demişti ayrıldığı işteki patronu, onu yeni işine uğurlarken. “Çok çalışmak yetmez, oyunu kurallarına göre oynamak da gereklidir. 19 Mayıs törenlerinin insan piramididir, iş hayatı. Yükselmek, yukarı çıkmak istiyorsan, senin gibi insanların sırtına basmayı becerebilmelisin. Tereddüt edersen düşersin.”

Zaten tereddüt etmemişti hiç… Etmezdi…

***

Üst kattan gelen bağırış çağırışlar ile bunları bastırmak için devamlı açtığı müziğin sesi arasında zar zor duyabildi cep telefonunun çaldığını. Sevgilisiydi; işinin bitip bitmediğini, arkadaşlarıyla Ortaköy’de bir bara gideceklerini, onun da katılıp katılamayacağını soruyordu.

Üst kattakilerin bir saattir süren kavgasını, müziği, toplam gürültüyü anlattı bir çırpıda. Yapması gereken çok iş vardı, patırtı ve gürültüden çok fazla çalışamamıştı ve anlaşılan epeyce geç bir saate kadar da çalışması gerekiyordu. Sesindeki sinirlilik halinin başkasına yönelik olduğunu hissettiren, acınma talepli bir ses tonuyla ve olabilecek en olumlu şekliyle verdi olumsuz cevabı.

Telefonu kapattığında, sunturlu bir küfür savurdu üst kattaki hayaletlere.

***

Dışardaki bütün patırtı sona erdiğinde saat gece yarısını geçmişti çoktan. Polis, itfaiye ve cankurtaranın ayrılmasıyla, garsonlar, müşteriler, mahalle sakinleri ve televizyoncular da yavaş yavaş geldikleri yuvalarına dönüyorlardı. Sokak yine bilindik sakinlerine; ağaçtan inen kedilerle, kulağı etiketli sokak köpeklerinin bağırışlarına teslim ediliyordu.

Sokak lambaları, o gece sokağa düşen tüm seslerin üstüne, bir sorgucunun ışığını düşürüyordu. Rivayetler, söylentiler, dedikodular, çok değil yarım saat önce, polislerin mavi ışığıyla ifade tutanaklarına, evlerin açık perde ve balkonlarından sızan sarı ışığıyla oturma odalarına, kameraların beyaz ışığıyla da milyonların televizyonlarına kaydolunuyordu. Şimdi ise sahipsiz sokak lambaları ile sokak hayvanlarına emanet…

***

Şangır şungur indiğinde üst kat komşunun vitrin camı, artık daha fazla dayanamadı. Günlerdir bırakmak için nefsiyle mücadele halinde olduğu sigaraya sarılma zamanı gelmişti.

Eve geldiğinde, ertesi gün için okuması gereken raporların çokluğu sigarayı çağrıştırıp duruyordu zaten yeterince.

Balkona çıktı. Evin içinde içilmez, mobilyalar kokmasın…

Boğaza bakarak derin bir nefes çekti sigarasından. Işıl ışıl parlıyordu deniz ama onun aklında bilançolar, muhasebe kayıtları ve yukardaki kavganın bitiş saati vardı sadece. Hiçbir ışığın sızmasına izin vermedi gözlerinden içeri.

Balkon demirine yaslanmış, sigarasından önce üst kattaki patırtının bitmesini hayal ediyor şimdi. Parası pulu olan insanların, bu kadar mutsuz olmayı nasıl başarabildiklerine şaşırıyor. “Mutluluğun parayla alınamadığı” palavralarına karnı tok. Açlığın ne olduğunu bilmeyen, işsiz güçsüz zengin karılarının boş zaman avuntularını ciddiye alacak değil. Boş arsalarda akşam üstleri toplanıp, patlak top peşinde koşan berber, tornacı, tamirci çıraklarının bir sağlam topa sığacak denli küçülen hayal dünyalarının bir parçası olabilir ancak mutsuzluk.

İkinci sigarayı üst balkondakiyle aynı anda yaktı. Bitmiş bir kavganın muhasebesini, hıçkırıklarla ve birkaç nefes sigarayla yapıyor kadın. Birkaç kere asansör kapısında ya da apartman girişinde rastladığı otuzlarındaki bu makyaj-kuaför-estetikIMG_1166 güzelinin üzüntüsünü, yapma çiçeklerin solması kadar sahte buluyor.

Sigarasından son nefesini almaya hazırlanırken, elli beş kiloluk yapma çiçek önünden geçerek hızla aşağıdaki arabanın üstüne düştü.

Bir anlık şaşkınlık yaşadı adam. Aşağı doğru eğilip kadına baktı. Birkaç saniyelik toparlanma süresinin ardından, sigarasını söndürdü. Balkonunun büyük cam kapısını açıp içeri geçti. Polisi, itfaiyeyi ve cankurtaranı aradıktan sonra çalışma masasına döndü. Raporlar vardı okunacak…