Durango’da
Meksika’da
Yoksulların evleri hüzünlü ve sevimli
Gece çok soğuk
Bademlerin şu çocuklar gibi gözleri var
Ve çocuklarda sefaletin gözleri.
Jean Seberg

Bebeğini kaybedişinin, hemen her yıl dönümünde intiharı denedi. 1979 yılının 30 Ağustosunda ise başarıyla sonuçlandırdı. Cesedini dokuz gün sonra bir arabanın içinde, Paris’in ıssız bir sokağında buldular. Arabanın arka koltuğuna uzanmış cesedinin yanında boş bir ilaç tüpü ile boş bir maden suyu şişesi vardı. Elinde de oğluna hitaben yazdığı intihar mektubu…
Amerika’nın küçük bir kasabasında, Hollywood tarzı bir Amerikan rüyası gibi başlayıp, Paris’in bir sokağında, bir Fransız dram filmi gibi sona eren kırk bir yıllık yaşama/direnme öyküsüydü onunkisi. “Günaydın Hüzün” filminde beyaz perdeye yansıyan görüntüsü, izleyenlerin aklında, hüznün en çocuksu, en güzel, en duru yüzü olarak yerleşip kaldı yıllarca.
Cenazesinde konuşan Rahip Johnson: “Jean’i bir azize ya da bir tanrıça gibi görmek için burada değiliz. Biz hikâyenin öbür tarafını dile getirmek için buradayız. O, benzemek istediği Jeanne d’Arc misali, adaletsizliğin karşısında duran bir savaşçıydı. Sanki ondan bir ses duymuştu; o sesten sapamadı” diyordu.
Kısacık saçları, sade giysileri, abartısız makyajıyla bir Hollywood yüzü değildi Jean Seberg. Yaşamı, isyanları, mücadelesiyle; Hollywood tarzı kokmaz, bulaşmaz, arzu nesnesi manken bebek simgesinin çok uzağında, adeta bir Fransız direnişçisiydi. Belki de bu yüzden, bugün bile, birçok insan onu bir Fransız aktristi olarak hatırlıyor.
Kendisini, her zaman doğduğu kasabaya ait hissediyordu. Dünyanın bütün büyük şehirlerinin sinemalarında afişleri asılıyken bile, o hep küçük bir kasaba kızı olarak kalmaya çabalamıştı. O kadar yalın, o kadar gerçek ve o kadar basit işte…
Tiyatro, onun genç kızlık tutkusuydu. Kasabasının olanakları içinde, bu tutkusunu yaşamaya, amatör gösterilerin bir yerlerinde kendisine yer bulmaya çalışıyordu.
Jeanne d’Arc Yeniden Doğarken
Jeanne d’Arc, İngiltere ve Fransa arasında 1400’lü yıllarda devam eden savaşlarda vatanı Fransa’yı savunan genç bir Katolik kızdı. On iki yaşından itibaren bir takım görüntüler gördüğünü, Tanrı’nın kendisini Fransa’nın savunmasına çağırdığını iddia ediyordu. On altı yaşında bu nedenle evinden ayrılan Jeanne d’Arc, kısacık saçlarıyla, erkekler gibi giyinerek Fransa savunması için savaşa katılmıştı. Savaş sırasında İngilizler tarafından yakalanıp, yandaş bir engizisyon mahkemesinde yargılanmıştı. Yargılama sonucunda kâfir ilan edilip, on dokuz yaşında diri diri yakıldı. Ölümünden beş yüzyıl sonra onu ölüme mâhkum eden kilise, bu sefer de azize ilan etti onu…
Jean Seberg amatör tiyatro kumpanyalarında ilk defa bir Jeanne d’Arc piyesinde rol bulduğunda on altı yaşındaydı. Hayatının ilerleyen yıllarında, bu kadın azizeyle benzer bir yoldan geçti. Bir sinema azizesi ilan edilmek için bu kez beş yüz yıl beklenir mi bilmiyorum, ama çoktan bir çok vicdanda yerini aldığı kesindir.
Yönetmen Otto Preminger bir Jeanne d’Arc filmi çekmek istiyordu. Ama bunun için çoktan ünlü olmuş biri yerine, rolün kişiliğine de uygun olan, genç ve henüz keşfedilmemiş bir kız arıyordu. Biraz da taşralı olursa reklama katkısı olacaktı elbette.
Dünya çapında yarışmalar yapıldı ve on sekiz bin aday arasından Jean Seberg seçildi bu rol için. Neredeyse biçilmiş kaftan. İşte bu rolle yola çıkıyordu, on yedi yaşındaki genç Jean.
Yönetmen çok sert bir adamdı, çok zorluyordu Jean’i. Zorlamak değil belki de, onu zorla istediği bir kılığa sokmaya, bir oyuncunun özgünlüğünü ortaya çıkarmak yerine, bir kukla gibi parmaklarının arasına almaya çalışıyordu. Çekimler için Londra’ya götürdüğü Jean’e, sadece bir rolü hayata geçirmeyi değil aynı zamanda çalışmaktan ibaret bir hayatı dayatıyordu.
Büyük baskı altında hissediyordu Jean kendisini. Her yanlışında azarlanmaktan, alay edilmekten, akşamın geç saatinde dönülen otel odasında hapis hayatı yaşamaktan, bedeni kadar ruhu da yorgun düşmüştü.
“Führer” lakabını taktığı yönetmenin acımasızlığı, onu iyi bir oyun çıkarmaya yöneltmekten daha çok, hiçbir zaman iyi bir oyuncu olamayacağına inandırmaya yol açıyordu.
Sonuçta Jeanne d’Arc filmi, beklenen beğeniyi görmediği gibi, büyük eleştirilere de uğramıştı. İnişli çıkışlı kariyerine işte bu şekilde başladı Jean Seberg…
Yalnız Avlanan Tanrıça
Aşk… Soyumuzu cennetten eden yasak elma… İnsanın, Tanrı sözüne ilk isyanı, dünyaya inerken yanına aldığı tek günahı…
Cennetten kovulmakla kalmadık, nerede, ne zaman patlayacağını bilemediğimiz bir bombanın pimi gibi özümüze yerleşti günahımız. En büyük hazlarımızla en büyük acılarımızın arasına çizilmiş bir sınırdır aşk. İçinden alev akar.
Jean çok âşık oldu, daha fazla erkek de ona. Ama seçen, terk eden, geri dönen, yeniden bırakan hep Jean oldu.
Her zaman bir kasaba kızı olmakla övünen Jean, aşırı modern yaşayış biçiminden, bunun yarattığı ilişkilerden hoşlanmıyor, yapmacık, sahte buluyordu. Kendisini Hollywood tarzı sinemadan uzak tutan bu eğilimini, erkeklerle olan ilişkilerinde hayata geçirmekte çok başarılı olduğu söylenemez. Genellikle, maddi imkânlar bakımından olmasa bile, yaşayış tarzları yönünden üst orta sınıfının standartlarına uygun erkeklerle, yazarlar, yönetmenler, sinema oyuncularıyla ilişkiler yaşadı.
Ona kendini kaptıran erkeklerden biri olan büyük Meksikalı yazar Carlos Fuentes, Jean’i anlattığı, “Yalnız Avlanan Avcı” kitabında onu, “yalnızca kendisinden hızlı koşan erkeğe teslim olan koşucu” olarak tanımlıyordu.
Eşlerinden biri yüzyılın büyük yazarlarından Romain Gary’ydi. Bir oğulları oldu bu evlilikten. Ayrıldılar, birleştiler, tekrar ayrıldılar. Fırtınalı ilişkileri, Amerikan ve Fransız gazetelerinin magazin sayfalarına çokça konu oldu.
Yaşadığı birçok ilişkinin ardından, intihar mektubunda adını andığı, hayatından geride bıraktığı tek erkek ise oğlu Diego oldu.
Kendisiyle çokça özdeşleştirilen Jeanne d’Arc’tan yüzlerce yıl sonra, modern zamanların engizisyonu, onu insanlığın en büyük günahının ateşinde yaktı. Tutkularından, inançlarından, mücadelesinden hiç geri adım atmayan bir kadının eğmediği başını, toplu bir linçle aldılar. Değişmeyi, teslim olmayı kabul ettiremedikleri, bir ‘kasaba kızı’na, bunun bedelini ödettiler.
Romain Gary, Jean’in ölümünden bir süre sonra karşılaştığı Carlos Fuentes’e, ‘Sorun şu ki, yardım edemeyeceğiniz, değiştiremeyeceğiniz ama terk de edemeyeceğiniz bir kadını sevmenin zorluğundan habersizdiniz’ diyordu.
Bir Politik Cadı Avı
1960’lı yıllarda, teknolojik ilerlemesiyle bir adımını aya atmış olan Amerika Birleşik Devletleri, politik olarak ise dünya üzerindeki geriliğin, en büyük temsilcilerinden biriydi. Sadece yüzbinlerin ölümüne yol açtığı Vietnam’da değil, kendi coğrafyasında da, siyahlara, komünist dediği her türden muhalefete karşı kirli bir politik savaş yürütüyordu.
Siyahlara karşı yürütülen, geleneksel Amerkan ayrımcılığıyla daha çocuk yaşında karşılaşmıştı Jean. Beyaz bir kıza yakınlaşmak isteyen siyah bir gencin, beyaz erkekler tarafından öldüresiye dövülmesine tanık olmuş, okullardan, yaşanan mahallere kadar var olan ayrımcılığa ilk defa o zaman isyan etmişti. On dört on beş yaşlarındaydı.
Irkçı, sağcı muhafazakârlığın en yoğun yaşandığı bir dönemde, Jean, ikinci büyük hatasını “komünist” bir öğretmene âşık olmakla yaptı. Toplumsal baskı, evlenmeye niyetlendiği bu adama açılmasına fırsat vermedi. Sonra bu adam şehri terk ettiğinde ardında ilk gençlik yıllarında yaşayamadığı bir aşkın acısıyla kalan bir genç kız bıraktı. Belki daha sonraki yıllarda geliştirdiği politik duyarlılığın temelinde bu iki travma vardı.
Jean 1960’lı yıllar boyunca, siyahların Marksist bir örgütü olan, ayrımcılık karşıtı “Kara Panterler Partisi”ne hem maddi hem de manevi desteğiyle öne çıkıyordu. Oyunculuk kariyeri iniş çıkışlar gösterse de, muhalif kimliği artan bir biçimde öne çıkmaya devam ediyordu.
Tabii bu konu sinema izleyicilerinden daha çok Amerikan güvenlik örgütü FBI’ın dikkatini çekiyordu.
1950’li yılların ortalarında, FBI COINTELPRO adını verdiği bir karşı istihbarat programını hayata geçirmişti. Gizli olarak yürütülen bu programın amacı, savaş karşıtlarını, “komünistleri”, siyahların özgürlük hareketini izlemek, hedef örgütlerin içine sızmak, bu hareketlerin öne çıkmış şahsiyetlerini itibarsızlaştırmaktı.
Bu programı başarıyla (!) yürüten isim olan FBI’nın başkanı Edgar J. Howard, 1971’de programın sona erdiğini açıkladığında, kamuoyu ilk defa bu operasyonlardan haberdar oldu. Birçok ismi hedef olarak seçen FBI’ın, Jean Seberg gibi popüler bir muhalifi atlaması söz konusu olamazdı.
Bir Kara Propaganda, Bir Kadın, Bir Bebek
Tarih hiçbir zaman tarafsız bir bilim olamaz. Yazanı, okuyanı kim ise, onun elinde değişik biçimlere bürünebilir. İçinde bulunduğunuz tarafın gözlerinden bakarsınız olaylara. Ancak tarihsel kişilikler konusunda daha tarafsız kalınabilir. İyi veya kötü şekilde tarih sahnesinde rol almış şahsiyetler, sevenleri ya da karşıtları tarafından, sahip oldukları temel dehaları, özsel karakterleri bakımından daha objektif analizlere tabi tutulmuştur. Bu nedenle biyografiler, bir tarih çalışması olmaktan çok edebiyatın konusuna dönüşür.
Bir de, açıkça zulme uğramış kişilikler var ki, insanlık değerini tümden kaybetmemişseniz, ister istemez bir empati duygusu hakim olur, onu yazarken, okurken. Hele de o tarihsel kişi, sahneye kendi gönlüyle değil, ite kaka çıkarılmış ve sonra da parçalanmışsa…
Kasabalı kız Jean, her ne kadar idealize etse de hiçbir zaman bir Jeanne d’Arc rolünü, gerçek hayatta oynamaya gönüllü olmamıştı, sadece onun gibi, kendi inançlarını takip etmiş ve onurunu korumaya çalışmıştı. Jeanne d’Arc gibi o da kendinden nefret edenlerce tarihin bir parçası haline getirildi. Bu nedenle onun hayatına bakarken, sempati duygusundan uzaklaşamıyor insan…
FBI, Jean Seberg’i hedef aldığında, o, kadın hakları, hayvan hakları gibi mücadelelerin yanı sıra politik siyah hareketini de destekliyordu. Hem de, beyazların yüzyıllarca sürdürdüğü sömürünün karşılığı olarak siyahlara tazminat ödenmesini isteyen “Kara Panterler” gibi, üstelik açıktan Marksist olduğunu açıklayan bir örgüte… Bu affedilemezdi.
Gizemli tehdit telefonlarıyla başlayan operasyon, evinin kurşunlanmasına, arabasının sabote edilmesine hatta kedisinin zehirlenmesine kadar vardı. Ama bunlar durduramadı genç kadını.
Linç, insan topluluklarının en geri eyleminin en örgütlü biçimde ortaya çıkmasıdır. Genellikle de topluluğun en muhafazakâr yönünün tahrik edilmesiyle mayalanır ya da mayalandırılır. Konu bir kadınsa bu elbette cinsel ahlâk üzerinden yürür çoğunlukla.
1970 yılının mayıs ayında, kimliği belirsiz bir ihbar mektubu ulaştı Los Angeles Times gazetesine. Kara Panterler örgütüne destek veren bir kadın sinema oyuncusunun, örgütün liderinden hamile kaldığı iddia ediliyordu. Evli, ünlü bir beyaz kadının, bir siyah teröristten (!) gayrimeşru çocuk sahibi olacağı haberi, muhafazakâr Amerikan toplumunu siyasal bir linçe davet etmekti elbette. FBI’ın amacı da buydu.
Daha sonra bu haber yüzlerce gazete sayfasında yer bulmuştu. Ama henüz isim açıklanmadığı için bu süre de yalanlayacak kimse de olmamıştı. Bu konuda bir toplumsal tepki örgütlendikten, bir yargı oluşturulduktan sonra gelecekti sıra isme.
Aynı yılın haziran ayının başında FBI başkanı Edgar J. Hoover’ın Başkan Nixon’a yazdığı rapor basına sızdırıldığında, isim de açığa çıkmıştı. Jean Seberg…
Gerçekten de hamileydi ancak bunun bahsedilen siyah eylemciyle bir ilgisi yoktu. Çatırdayan evliliğinin, bu haberlerle yıkılması beklenirken, eşi Romain Gary gerçek bir şövalye gibi sahiplenmişti Jean’i. Dozu artan bir şiddetle süren saldırılara karşı, çift sadece yalanlamalarla mücadele etmeye çalışıyordu. Hatta Romain Gary çocuğun babasının kendisi olduğunu açıklayan, bu linç hareketine direnen yazılar kaleme alıyordu, Avrupa gazetelerinde. Ama linç tam olarak buydu işte, savunma hakkı tanımaksızın saldırmak.
Seberg-Gary çiftinin savunması, yürütülen linç hareketinin pespayeliğine rağmen onurlu bir yerden devam ediyordu. FBI bu dezenformasyonla, Jean’in kendi savunmasını, siyah bir bebeği reddetmek, ondan tiksinmek noktasına çekmesini istiyor, hem beyaz muhafazakârlar hem de muhalif kesimler tarafından dışlanmasını hedefliyordu. Jean ise bu tuzağa düşmeden, cinsel kimliğinin bir politik linçe konu edilmesine, mücadelesinin sadece siyah bir erkeği arzulayan bir beyaz kadın hikâyesine dönüştürülmesine direniyordu. Hem bu yalanla savaşıyor hem de “Kara Panterler” örgütüne desteğinin devam ettiğine yönelik açıklamalar yapıyordu. Hatta bu yalanı yayan gazetelere açtığı davalardan kazanacağı tazminatı, örgüte bağışlayacağını söylüyordu.
Bir kadının direncini, gücünü görmek istiyorsanız, çocuğuna dokunun. İşte bunu yapıyordu linç tezgâhlayıcıları ve karşılarında bir kadının hem kendisini hem de doğacak bebeğini savunurken gösterdiği insanüstü çabayı buldular.
Bu kara propaganda çalışması ve buna gösterdiği insanüstü direniş, hem bedensel hem de psikolojik olarak büyük bir çöküntüye sürükledi Jean’i. 20 Ağustos 1970’de Cenevre’de bir hastaneye kaldırıldı. Hamileliğinin yedinci ayındaydı. Çocuğunu düşürmemesi için yoğun çaba gösteriyordu doktorlar. Jean hastaneye yattıktan iki gün sonra arkadaşı Paton Price’a yazdığı mektubunda şunları söylüyordu:
“Çocuğumu düşürmemek için dişi bir kaplan gibi mücadele ediyorum. Irkçı Amerika için dillere destan bir olay olacak. Şimdiden devrimci sayılan bu masum yaratık şu hastalıklı dünyaya gelirken ve onu değiştirmeye uğraşırken kuşkusuz çok acı çekecek…”
Ancak bu çabası yetmedi, aynı gün sezaryenle aldılar çocuğu. İki kiloyu bile bulmayan bu küçük kız bebeği bir küveze koydular. Jean ve Romain çiftinin, Nina Hart Gary ismini verdikleri bu bebek, daha doğmadan üstüne yıkılan büyük yalanın ağırlığını ancak iki gün kadar taşıyabilecek güce sahipti. 25 Ağustos sabahı öldü…
Doktorlar, izleyen yıllarda büyük bir ruhsal çöküntüye uğratacak bu olayın ilk izlerini silebilmek için birkaç gün tedavi etmeye çalıştılar Jean’i.
Taburcu olduğunda, sevgili küçük kızının cenazesini almak için morga gitti. Bebeği kucağında dışarıya çıktığında, gazeteciler onu bekliyordu. Jean iki eliyle bebeğini kollarından tutarak, onlara doğru havaya kaldırdı, bağırdı:
“Bakın bebek beyaz…”