Bilinmeyen 2 / Yazan: Ege UĞUR

Önceden Bilinmeyen kendini öldürmüştü. Ama hastaneye gidince ölümsü olduğunu söylediler. Bilinmeyen bir sürü yarası olmasına rağmen bir yardım takımı kuracaktı. İlk olarak bir adam buldu. Zihin okuyabiliyordu. Son olarak birini buldu. İstediğini yaratabiliyordu ama takımın adı neydi? Tabi ki Bilinmeyenler olacaktı. Ve çok kötü bir durum vardı. Bir kötü dünyanın yok olmasını istiyordu ve adı Firavun’du. Firavun hayvanları ve bitkileri zombiye dönüştürüyordu. Bilinmeyen Firavunu bulmuş ve savaşmaya hazır bekliyordu. Ama önce zombilerini geçmesi gerekiyordu. Bitkileri kesti, hayvanlara yemek attı. Ve Firavunla savaştı. Ama Bilinmeyen karnından öyle bir yaralanmıştı ki ölümsüzlüğü işe yaramayıp ölmüştü ama önceden Ölüm vuruşçusunu çağırmıştı. Ölüm vuruşçusu Firavunu zorladı, zorladı, zorladı ve zorladı ki Firavun yere düştü ve öldü. Bilinmeyen Ölüm vuruşçusuna dedi ki “Ben öleceğim artık yeni Bilinmeyen oğlum Peter’dır. Bunu onu bulup söyle ve eğit onu.’’

Bilinmeyen 1 / Yazan:Ege UĞUR

O gece her zamanki gibi kan, ölüm ve en çok gizem varmış.Bilinmeyen aranan suçlu Mickle Hyocoli’yi arıyordu. Sonra bir şey gördü ve o Mickle Hyocoli’ydi. Kaçtı, kaçtı ama Bilinmeyen üstüne atlayıp kafasına tabanca dayadı. “Seni öldürmeyeceğim ama bir daha birine bulaşırsan ölürsün. Bilinmeyen Mickle Hyocoliyi polislere verdi ve dedi ki “Ölüm varsa adalet yoktur. Size bu mikrofonu veriyorum. İşe giderken takın ben de sizinle çalışabilirim”. Bilinmeyen aslında John Mysle’mış. Ve başaramazsa diye yardımcısı ÖLÜM VURUŞÇUSU (clock winsdi) di. Bilinmeyen tam sığınağına girerken uyuşturucu mermi ile vurulmuş ve bayılmıştı. Bilinmeyen uyanmış ve karşısında en kötü düşmanı Zombi Yaratıcısını görmüş. Bilinmeyen tüm zombilerin kafasını kesmiş. Oysa Zombi Yaratıcının tek istediği Bilinmeyenin kimliğiymiş.Onunla dövüşmüş, dövüşmüş ve en sonunda Bilinmeyen yorulmuş ve yere düşmüş. Ve demiş ki ”İstediğin buysa ben John Mysle’ım demiş ve kendini öldürmüş.”

Beni Kimse Aldatamaz

x-default

Her şey aslında çok güzel başladı. İlk hafta her sabah ve her akşam aynı vapura biniyorduk. Oğlan çocuğu gibi kısacık saçlı kadınlara hayran olduğumu daha ilk gün anlamıştı. Eh ben de onun tam tipiydim, biliyorum. Zaten bu yüzden çok hızlı bir çarpışma olmuştu aramızda.

İkinci hafta hemen evlendik ve bir çocuk yaptık. Vapur yolculuklarımızda çocuğumuza ablası bakıyordu. Kız çocukları denizi sever, belki erkek çocukları da sever onu bilmiyorum. Ablası bizi rahat bırakmak için kızımıza vapurun balkonundan denizi gösteriyor ve sanırım bazı güzel hikayeler anlatıyordu.

Üçüncü hafta her şey bozulmaya başladı. Artık kızımız gelmiyordu vapur yolculuklarına, ama ablası hep bizimle. Saygısız… Ben bir şey demedim, kötü insan ben olmamalıydım. Hep hoşgörülü davranmaya çalıştım.

Ama ne olduysa dördüncü haftanın ilk gününde oldu. Akşam vapuruna o herifle birlikte geldi. Ablası olacak şeytan yanlarında oturuyor, denize doğru bakıyor, sanırım onları yalnız bırakmaya çalışıyordu. Sinirden ne yapmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Bu tür durumlarda iyi ve hoşgörülü insanlar ne yapar bilmiyordum. Ama kötü ve sinirli insanların ne yapacağı açıktı. Kararsızlığım vapur iskeleye yanaşıncaya kadar sürdü, siz de takdir edersiniz ki aldatılınca hoşgörülü ve iyi insan olmanın bir manası yoktur.

Ayağa kalktım karım olacak kadının yanına gittim:

– Çocuğumu bana bu herif yüzünden mi göstermiyorsun?

Diye haykırdım yüzüne.

Hani o anlamamazlıktan gelmek için aptal suratına bürünme vardır ya hepiniz bilirsiniz. Gözler sanki yuvalarından faltaşı olur, ağız böyle yarım açılır. İşte o surata büründü hemen hain.

Sonra biraz ileride oturan ablası olacak iblise bağırdım:

– Memnun musun evliliğimizi bitirdin işte. Ama çocuğumu sana bırakmam!

O aptal ifade, bulaşıcı bir maske gibi, surattan surata yayıldı. Vapur banklarında oturan herkese bulaştı.

Orospunun beni aldattığı herif ayağa kalkıp bir şeyler diyecek oldu ama ağzını açmasına fırsat vermeden burnunun üstüne kondurdum yumruğu. Kalktığı yere düştü…

Bütün vapura yayılmış aptal surat maskelerinin yana çekilerek açtığı yoldan geçip iskeleye indim.

Yürürken çok rahattım, kafam netti: “Çocuk da onda kalsın, hem ne belli benim çocuğum olduğu…”

Dengesini Kaybeden Yazı

İki çocuk tren yolunun kenarında oturuyordu. Raylar, güneşten aldığı alevli nefesi, sırtlarına üflüyordu. Biri ayağa kalktı, çakıl taşlarının sıcağı ve sertliği ile acıyan, uyuşan kıçını ovaladı, şortuna yapışmış birkaç küçük taşı elleriyle çırptı. Cebinden bir bozuk para çıkarıp, başparmağının üstüne koydu. Başparmağıyla vurarak havada döndürdüğü parayı avcunun içiyle yakaladı. Diğer eliyle avucunu kapatıp sordu:

– Yazı mı tura mı?

– Kazanan ne alacak?

– Sadece söyle…

– Tura

Çocuk avuçlarının arasını hafifçe aralayıp baktı paraya.

– Ne oldu kazandım mı?

– Ben kazandım.

– Ben de göreyim.

– Büyükler yalan söylemez.

– Aramızda sadece bir yaş var.

Sustular. Bir süre sonra:

– Hep sen kazanıyorsun.

– Evet, en son Ali kazanmıştı.

Sustular bir süre…

– Biliyor musun, benim de babaannem öldü yaz başında.

– Aynı şey değil.

– Bana bisiklet alacaktı ortaokula başlama hediyesi olarak.

Sustular.

– Ali’den sonra annem buraya gelmemi yasaklamıştı. Duysa canıma okur.

– Ben söylemem teyzeme. Hem annem konuşmuş teyzemle, bir daha dövmeyecekmiş seni.

– Tabi tabi…

Uzaktan göründü tren. Rayların mesafesini kısalta kısalta geldikçe, düdüğünün sesi uzadıkça uzuyordu.

– Kaybeden atlar, hadi zıpla bakalım aşağıya.

– Sen?

– Beni merak etme, sen in.

Çakılların üstünden kıç üstü kayarak aşağı indi çocuk. Öteki yukarda, rayların üstüne eğilip kalktı bir, sonra ayakta bekledi.

Tren, yaklaştıkça düdük sesi bir cayırtıya bıraktı yerini. İki çakmak taşının birbirine sürtmesi gibi sesler çıkarak, kıvılcımlar yayarak, yavaşlayarak geçti, biraz ilerde durdu.

Aşağıdaki, gözünü açtığında, yukardakinin duran trenin tekerleri arasına eğilip ezilmiş bozuk parayı aldığını gördü.

Çocuk sonra uzunca sıçrayarak aşağıya indi.

Çömelerek indiği yerden ayağa kalkarken:

– Ali dengesini kaybetti. Ben itmedim.

Dedi.

“Piç kurularııı” diye çınlayan sesten el ele tutuşarak uzaklaştılar.

Prenses Öykü ile Prens Mete

IMG-20160327-WA0012
Bir varmış bir yokmuş. Ülkenin birinde, şatonun içinde bir prenses ve bir prens yaşarmış. Prensesin adı Öykü, Prensin adı Meteymiş.
Birgün Prenses Öykü aynaya bakıyormuş. Prens Mete, prensesi çağırmış:
“Gel Prenses Öykü arabaya bineceğiz” demiş. Sonra arabaya binip baloya gitmişler.IMG-20160327-WA0014
Prenses ve Prens baloda dans ettiler. Sonra yemeklerini yediler ve evlerine gittiler.
Evlerine gelince, kulaktan kulağa oynadıktan sonra yataklarına yattılar.IMG-20160327-WA0015
Sabah uyandıktan sonra kahvaltılarını yapmışlar. Kahvaltılarını bitirdikten sonra çantalarını hazırlayıp tatile gitmişler.
Prenses ve Prens bir ömür boyu mutlu olmuşlar.
IMG-20160327-WA0018
Resim9
Yazan ve Resimleyen: Öykü UĞUR

20. Yüzyıl’da Bir Jeanne d’Arc


Durango’da
Meksika’da 
Yoksulların evleri hüzünlü ve sevimli
Gece çok soğuk
Bademlerin şu çocuklar gibi gözleri var
Ve çocuklarda sefaletin gözleri.
Jean Seberg

jean serg fotoğraf

Bebeğini kaybedişinin, hemen her yıl dönümünde intiharı denedi. 1979 yılının 30 Ağustosunda ise başarıyla sonuçlandırdı. Cesedini dokuz gün sonra bir arabanın içinde, Paris’in ıssız bir sokağında buldular. Arabanın arka koltuğuna uzanmış cesedinin yanında boş bir ilaç tüpü ile boş bir maden suyu şişesi vardı. Elinde de oğluna hitaben yazdığı intihar mektubu…

Amerika’nın küçük bir kasabasında, Hollywood tarzı bir Amerikan rüyası gibi başlayıp, Paris’in bir sokağında, bir Fransız dram filmi gibi sona eren kırk bir yıllık yaşama/direnme öyküsüydü onunkisi. “Günaydın Hüzün” filminde beyaz perdeye yansıyan görüntüsü, izleyenlerin aklında, hüznün en çocuksu, en güzel, en duru yüzü olarak yerleşip kaldı yıllarca.

Cenazesinde konuşan Rahip Johnson: “Jean’i bir azize ya da bir tanrıça gibi görmek için burada değiliz. Biz hikâyenin öbür tarafını dile getirmek için buradayız. O, benzemek istediği Jeanne d’Arc misali, adaletsizliğin karşısında duran bir savaşçıydı. Sanki ondan bir ses duymuştu; o sesten sapamadı” diyordu.

Kısacık saçları, sade giysileri, abartısız makyajıyla bir Hollywood yüzü değildi Jean Seberg. Yaşamı, isyanları, mücadelesiyle; Hollywood tarzı kokmaz, bulaşmaz, arzu nesnesi manken bebek simgesinin çok uzağında, adeta bir Fransız direnişçisiydi. Belki de bu yüzden, bugün bile, birçok insan onu bir Fransız aktristi olarak hatırlıyor.

Kendisini, her zaman doğduğu kasabaya ait hissediyordu. Dünyanın bütün büyük şehirlerinin sinemalarında afişleri asılıyken bile, o hep küçük bir kasaba kızı olarak kalmaya çabalamıştı. O kadar yalın, o kadar gerçek ve o kadar basit işte…

Tiyatro, onun genç kızlık tutkusuydu. Kasabasının olanakları içinde, bu tutkusunu yaşamaya, amatör gösterilerin bir yerlerinde kendisine yer bulmaya çalışıyordu.

Jeanne d’Arc Yeniden Doğarken

Jeanne d’Arc, İngiltere ve Fransa arasında 1400’lü yıllarda devam eden savaşlarda vatanı Fransa’yı savunan genç bir Katolik kızdı. On iki yaşından itibaren bir takım görüntüler gördüğünü, Tanrı’nın kendisini Fransa’nın savunmasına çağırdığını iddia ediyordu. On altı yaşında bu nedenle evinden ayrılan Jeanne d’Arc, kısacık saçlarıyla, erkekler gibi giyinerek Fransa savunması için savaşa katılmıştı. Savaş sırasında İngilizler tarafından yakalanıp, yandaş bir engizisyon mahkemesinde yargılanmıştı. Yargılama sonucunda kâfir ilan edilip, on dokuz yaşında diri diri yakıldı. Ölümünden beş yüzyıl sonra onu ölüme mâhkum eden kilise, bu sefer de azize ilan etti onu…

Jean Seberg amatör tiyatro kumpanyalarında ilk defa bir Jeanne d’Arc piyesinde rol bulduğunda on altı yaşındaydı. Hayatının ilerleyen yıllarında, bu kadın azizeyle benzer bir yoldan geçti. Bir sinema azizesi ilan edilmek için bu kez beş yüz yıl beklenir mi bilmiyorum, ama çoktan bir çok vicdanda yerini aldığı kesindir.

Yönetmen Otto Preminger bir Jeanne d’Arc filmi çekmek istiyordu. Ama bunun için çoktan ünlü olmuş biri yerine, rolün kişiliğine de uygun olan, genç ve henüz keşfedilmemiş bir kız arıyordu. Biraz da taşralı olursa reklama katkısı olacaktı elbette.

Dünya çapında yarışmalar yapıldı ve on sekiz bin aday arasından Jean Seberg seçildi bu rol için. Neredeyse biçilmiş kaftan. İşte bu rolle yola çıkıyordu, on yedi yaşındaki genç Jean.

Yönetmen çok sert bir adamdı, çok zorluyordu Jean’i. Zorlamak değil belki de, onu zorla istediği bir kılığa sokmaya, bir oyuncunun özgünlüğünü ortaya çıkarmak yerine, bir kukla gibi parmaklarının arasına almaya çalışıyordu. Çekimler için Londra’ya götürdüğü Jean’e, sadece bir rolü hayata geçirmeyi değil aynı zamanda çalışmaktan ibaret bir hayatı dayatıyordu.

Büyük baskı altında hissediyordu Jean kendisini. Her yanlışında azarlanmaktan, alay edilmekten, akşamın geç saatinde dönülen otel odasında hapis hayatı yaşamaktan, bedeni kadar ruhu da yorgun düşmüştü.

“Führer” lakabını taktığı yönetmenin acımasızlığı, onu iyi bir oyun çıkarmaya yöneltmekten daha çok, hiçbir zaman iyi bir oyuncu olamayacağına inandırmaya yol açıyordu.

Sonuçta Jeanne d’Arc filmi, beklenen beğeniyi görmediği gibi, büyük eleştirilere de uğramıştı. İnişli çıkışlı kariyerine işte bu şekilde başladı Jean Seberg…

Yalnız Avlanan Tanrıça

Aşk… Soyumuzu cennetten eden yasak elma… İnsanın, Tanrı sözüne ilk isyanı, dünyaya inerken yanına aldığı tek günahı…

Cennetten kovulmakla kalmadık, nerede, ne zaman patlayacağını bilemediğimiz bir bombanın pimi gibi özümüze yerleşti günahımız. En büyük hazlarımızla en büyük acılarımızın arasına çizilmiş bir sınırdır aşk. İçinden alev akar.

Jean çok âşık oldu, daha fazla erkek de ona. Ama seçen, terk eden, geri dönen, yeniden bırakan hep Jean oldu.

Her zaman bir kasaba kızı olmakla övünen Jean, aşırı modern yaşayış biçiminden, bunun yarattığı ilişkilerden hoşlanmıyor, yapmacık, sahte buluyordu. Kendisini Hollywood tarzı sinemadan uzak tutan bu eğilimini, erkeklerle olan ilişkilerinde hayata geçirmekte çok başarılı olduğu söylenemez. Genellikle, maddi imkânlar bakımından olmasa bile, yaşayış tarzları yönünden üst orta sınıfının standartlarına uygun erkeklerle, yazarlar, yönetmenler, sinema oyuncularıyla ilişkiler yaşadı.

Ona kendini kaptıran erkeklerden biri olan büyük Meksikalı yazar Carlos Fuentes, Jean’i anlattığı, “Yalnız Avlanan Avcı” kitabında onu, “yalnızca kendisinden hızlı koşan erkeğe teslim olan koşucu” olarak tanımlıyordu.

Eşlerinden biri yüzyılın büyük yazarlarından Romain Gary’ydi. Bir oğulları oldu bu evlilikten. Ayrıldılar, birleştiler, tekrar ayrıldılar. Fırtınalı ilişkileri, Amerikan ve Fransız gazetelerinin magazin sayfalarına çokça konu oldu.

Yaşadığı birçok ilişkinin ardından, intihar mektubunda adını andığı, hayatından geride bıraktığı tek erkek ise oğlu Diego oldu.

Kendisiyle çokça özdeşleştirilen Jeanne d’Arc’tan yüzlerce yıl sonra, modern zamanların engizisyonu, onu insanlığın en büyük günahının ateşinde yaktı. Tutkularından, inançlarından, mücadelesinden hiç geri adım atmayan bir kadının eğmediği başını, toplu bir linçle aldılar. Değişmeyi, teslim olmayı kabul ettiremedikleri, bir ‘kasaba kızı’na, bunun bedelini ödettiler.

Romain Gary, Jean’in ölümünden bir süre sonra karşılaştığı Carlos Fuentes’e, ‘Sorun şu ki, yardım edemeyeceğiniz, değiştiremeyeceğiniz ama terk de edemeyeceğiniz bir kadını sevmenin zorluğundan habersizdiniz’ diyordu.

Bir Politik Cadı Avı

1960’lı yıllarda, teknolojik ilerlemesiyle bir adımını aya atmış olan Amerika Birleşik Devletleri, politik olarak ise dünya üzerindeki geriliğin, en büyük temsilcilerinden biriydi. Sadece yüzbinlerin ölümüne yol açtığı Vietnam’da değil, kendi coğrafyasında da, siyahlara, komünist dediği her türden muhalefete karşı kirli bir politik savaş yürütüyordu.

Siyahlara karşı yürütülen, geleneksel Amerkan ayrımcılığıyla daha çocuk yaşında karşılaşmıştı Jean. Beyaz bir kıza yakınlaşmak isteyen siyah bir gencin, beyaz erkekler tarafından öldüresiye dövülmesine tanık olmuş, okullardan, yaşanan mahallere kadar var olan ayrımcılığa ilk defa o zaman isyan etmişti. On dört on beş yaşlarındaydı.

Irkçı, sağcı muhafazakârlığın en yoğun yaşandığı bir dönemde, Jean, ikinci büyük hatasını “komünist” bir öğretmene âşık olmakla yaptı. Toplumsal baskı, evlenmeye niyetlendiği bu adama açılmasına fırsat vermedi. Sonra bu adam şehri terk ettiğinde ardında ilk gençlik yıllarında yaşayamadığı bir aşkın acısıyla kalan bir genç kız bıraktı. Belki daha sonraki yıllarda geliştirdiği politik duyarlılığın temelinde bu iki travma vardı.

Jean 1960’lı yıllar boyunca, siyahların Marksist bir örgütü olan, ayrımcılık karşıtı “Kara Panterler Partisi”ne hem maddi hem de manevi desteğiyle öne çıkıyordu. Oyunculuk kariyeri iniş çıkışlar gösterse de, muhalif kimliği artan bir biçimde öne çıkmaya devam ediyordu.

Tabii bu konu sinema izleyicilerinden daha çok Amerikan güvenlik örgütü FBI’ın dikkatini çekiyordu.

1950’li yılların ortalarında, FBI COINTELPRO adını verdiği bir karşı istihbarat programını hayata geçirmişti. Gizli olarak yürütülen bu programın amacı, savaş karşıtlarını, “komünistleri”, siyahların özgürlük hareketini izlemek, hedef örgütlerin içine sızmak, bu hareketlerin öne çıkmış şahsiyetlerini itibarsızlaştırmaktı.

Bu programı başarıyla (!) yürüten isim olan FBI’nın başkanı Edgar J. Howard, 1971’de programın sona erdiğini açıkladığında, kamuoyu ilk defa bu operasyonlardan haberdar oldu. Birçok ismi hedef olarak seçen FBI’ın, Jean Seberg gibi popüler bir muhalifi atlaması söz konusu olamazdı.

Bir Kara Propaganda, Bir Kadın, Bir Bebek

Tarih hiçbir zaman tarafsız bir bilim olamaz. Yazanı, okuyanı kim ise, onun elinde değişik biçimlere bürünebilir. İçinde bulunduğunuz tarafın gözlerinden bakarsınız olaylara. Ancak tarihsel kişilikler konusunda daha tarafsız kalınabilir. İyi veya kötü şekilde tarih sahnesinde rol almış şahsiyetler, sevenleri ya da karşıtları tarafından, sahip oldukları temel dehaları, özsel karakterleri bakımından daha objektif analizlere tabi tutulmuştur. Bu nedenle biyografiler, bir tarih çalışması olmaktan çok edebiyatın konusuna dönüşür.

Bir de, açıkça zulme uğramış kişilikler var ki, insanlık değerini tümden kaybetmemişseniz, ister istemez bir empati duygusu hakim olur, onu yazarken, okurken. Hele de o tarihsel kişi, sahneye kendi gönlüyle değil, ite kaka çıkarılmış ve sonra da parçalanmışsa…

Kasabalı kız Jean, her ne kadar idealize etse de hiçbir zaman bir Jeanne d’Arc rolünü, gerçek hayatta oynamaya gönüllü olmamıştı, sadece onun gibi, kendi inançlarını takip etmiş ve onurunu korumaya çalışmıştı. Jeanne d’Arc gibi o da kendinden nefret edenlerce tarihin bir parçası haline getirildi. Bu nedenle onun hayatına bakarken, sempati duygusundan uzaklaşamıyor insan…

FBI, Jean Seberg’i hedef aldığında, o, kadın hakları, hayvan hakları gibi mücadelelerin yanı sıra politik siyah hareketini de destekliyordu. Hem de, beyazların yüzyıllarca sürdürdüğü sömürünün karşılığı olarak siyahlara tazminat ödenmesini isteyen “Kara Panterler” gibi, üstelik açıktan Marksist olduğunu açıklayan bir örgüte… Bu affedilemezdi.

Gizemli tehdit telefonlarıyla başlayan operasyon, evinin kurşunlanmasına, arabasının sabote edilmesine hatta kedisinin zehirlenmesine kadar vardı. Ama bunlar durduramadı genç kadını.

Linç, insan topluluklarının en geri eyleminin en örgütlü biçimde ortaya çıkmasıdır. Genellikle de topluluğun en muhafazakâr yönünün tahrik edilmesiyle mayalanır ya da mayalandırılır. Konu bir kadınsa bu elbette cinsel ahlâk üzerinden yürür çoğunlukla.

1970 yılının mayıs ayında, kimliği belirsiz bir ihbar mektubu ulaştı Los Angeles Times gazetesine. Kara Panterler örgütüne destek veren bir kadın sinema oyuncusunun, örgütün liderinden hamile kaldığı iddia ediliyordu. Evli, ünlü bir beyaz kadının, bir siyah teröristten (!) gayrimeşru çocuk sahibi olacağı haberi, muhafazakâr Amerikan toplumunu siyasal bir linçe davet etmekti elbette. FBI’ın amacı da buydu.

Daha sonra bu haber yüzlerce gazete sayfasında yer bulmuştu. Ama henüz isim açıklanmadığı için bu süre de yalanlayacak kimse de olmamıştı. Bu konuda bir toplumsal tepki örgütlendikten, bir yargı oluşturulduktan sonra gelecekti sıra isme.

Aynı yılın haziran ayının başında FBI başkanı Edgar J. Hoover’ın Başkan Nixon’a yazdığı rapor basına sızdırıldığında, isim de açığa çıkmıştı. Jean Seberg…

Gerçekten de hamileydi ancak bunun bahsedilen siyah eylemciyle bir ilgisi yoktu. Çatırdayan evliliğinin, bu haberlerle yıkılması beklenirken, eşi Romain Gary gerçek bir şövalye gibi sahiplenmişti Jean’i. Dozu artan bir şiddetle süren saldırılara karşı, çift sadece yalanlamalarla mücadele etmeye çalışıyordu. Hatta Romain Gary çocuğun babasının kendisi olduğunu açıklayan, bu linç hareketine direnen yazılar kaleme alıyordu, Avrupa gazetelerinde. Ama linç tam olarak buydu işte, savunma hakkı tanımaksızın saldırmak.

Seberg-Gary çiftinin savunması, yürütülen linç hareketinin pespayeliğine rağmen onurlu bir yerden devam ediyordu. FBI bu dezenformasyonla, Jean’in kendi savunmasını, siyah bir bebeği reddetmek, ondan tiksinmek noktasına çekmesini istiyor, hem beyaz muhafazakârlar hem de muhalif kesimler tarafından dışlanmasını hedefliyordu. Jean ise bu tuzağa düşmeden, cinsel kimliğinin bir politik linçe konu edilmesine, mücadelesinin sadece siyah bir erkeği arzulayan bir beyaz kadın hikâyesine dönüştürülmesine direniyordu. Hem bu yalanla savaşıyor hem de “Kara Panterler” örgütüne desteğinin devam ettiğine yönelik açıklamalar yapıyordu. Hatta bu yalanı yayan gazetelere açtığı davalardan kazanacağı tazminatı, örgüte bağışlayacağını söylüyordu.

Bir kadının direncini, gücünü görmek istiyorsanız, çocuğuna dokunun. İşte bunu yapıyordu linç tezgâhlayıcıları ve karşılarında bir kadının hem kendisini hem de doğacak bebeğini savunurken gösterdiği insanüstü çabayı buldular.

Bu kara propaganda çalışması ve buna gösterdiği insanüstü direniş, hem bedensel hem de psikolojik olarak büyük bir çöküntüye sürükledi Jean’i. 20 Ağustos 1970’de Cenevre’de bir hastaneye kaldırıldı. Hamileliğinin yedinci ayındaydı. Çocuğunu düşürmemesi için yoğun çaba gösteriyordu doktorlar. Jean hastaneye yattıktan iki gün sonra arkadaşı Paton Price’a yazdığı mektubunda şunları söylüyordu:

Çocuğumu düşürmemek için dişi bir kaplan gibi mücadele ediyorum. Irkçı Amerika için dillere destan bir olay olacak. Şimdiden devrimci sayılan bu masum yaratık şu hastalıklı dünyaya gelirken ve onu değiştirmeye uğraşırken kuşkusuz çok acı çekecek…

Ancak bu çabası yetmedi, aynı gün sezaryenle aldılar çocuğu. İki kiloyu bile bulmayan bu küçük kız bebeği bir küveze koydular. Jean ve Romain çiftinin, Nina Hart Gary ismini verdikleri bu bebek, daha doğmadan üstüne yıkılan büyük yalanın ağırlığını ancak iki gün kadar taşıyabilecek güce sahipti. 25 Ağustos sabahı öldü…

Doktorlar, izleyen yıllarda büyük bir ruhsal çöküntüye uğratacak bu olayın ilk izlerini silebilmek için birkaç gün tedavi etmeye çalıştılar Jean’i.

Taburcu olduğunda, sevgili küçük kızının cenazesini almak için morga gitti. Bebeği kucağında dışarıya çıktığında, gazeteciler onu bekliyordu. Jean iki eliyle bebeğini kollarından tutarak, onlara doğru havaya kaldırdı, bağırdı:

Bakın bebek beyaz…

 

YARDIMLAŞMAK GÜZELDİR

yardımlaşma02

 

ÇOCUKLAR, KÜÇÜLEN GİYSİLERİMİZİ GİYSİSİ OLMAYAN ÇOCUKLARA VERELİM.

GÖREVLİLER ONLARI, SOĞUKTAN KORUNMALARI İÇİN SPOR SALONLARINA GÖTÜRSÜN.

BİZLER KÜÇÜLEN AYAKKABILARIMIZI DA BU ÇOCUKLARA VERELİM. BU HERKES İÇİN GEÇERLİDİR.

***

ÇOCUKLAR BUNLARI UNUTMAYALIM.

ÖNÜMÜZE KONULAN YEMEKLERİMİZİ BİTİRELİM.

ÇOK ARTAN YEMEKLERİMİZİ HAYVANLARA VERELİM.

ÇOCUKLAR HER ZAMAN İHTİYACI OLAN İNSANLARA YARDIM EDELİM.

***

dayanisma03

 

ÇOCUKLAR BEN BAZI ÇOCUKLARIN HİÇ GİYSİLERİ OLMADIĞINI, BARINACAK YERLERİ OLMADIĞINI GÖRDÜM VE ÇOK ÜZÜLDÜM, ANNE BABALARI DA YOKTU.

 

 

 

Resim9

 

Yazar: Öykü UĞUR

GÖKKUŞAĞI

Resim1

BUGÜN GÖKKUŞAĞI GÜNÜYDÜ. 

ÇOCUKLAR ÇOK MUTLUYDU.

İÇLERİNDEN BİRİ GÖKKUŞAĞINA

GİTMEK İSTİYORDU.

 

 

***

Resim2

 

TAM O SIRADA YAĞMUR YAĞDI.

ÇOCUKLAR SEVİNÇLE EVLERİNE GİTTİLER.

 

 

 

 

***

Resim3

 

İÇLERİNDEN BİRİ HEMEN KOŞA KOŞA EVİNE GİTTİ.

 

YAĞMUR YAĞIŞINI İZLEDİKTEN SONRA ÇOCUKLAR

 

GÜNEŞ ÇIKTI VE GÖKKUŞAĞI OLUŞTU.

***

 

Resim4

 

BUNU GÖREN ÇOCUKLAR SEVİNÇLE GÖKKUŞAĞINA KOŞTU. 

GÖKKUŞAĞINA BAKARAK RENKLİ OYUNLAR BULDULAR.

 

 

 

 

***

Resim6

ÇOCUKLAR AKŞAM OLUNCA SEVİNÇLE EVLERİNE KOŞTULAR.

EVLERİNDE AKŞAM YEMEKLERİNİ YEDİLER.

AKŞAM YEMEKLERİNİ YEDİKTEN SONRA UYUDULAR.

ANNELERİ ONLARA MASAL OKUDU.

BABALARI ONLARA MASAL OKUDU.

***

Resim7

 

ÇOCUKLAR UYUYUP UYANDILAR.

YİNE GÖKKUŞAĞINI BEKLEMEYE BAŞLADILAR.

TAM O SIRADA YİNE YAĞMUR YAĞDI.

ÇOCUKLAR EVLERİNE KOŞTU.

ÇOCUKLAR HEMEN KOŞTULAR.

SONRA YİNE GÖKKUŞAĞINA BAKARAK RENKLİ OYUNLAR OYNAMAYA BAŞLADILAR.

 

 

***

Resim8

TAM O SIRADA BİR ÇALI KIPIRDIYORDU.

SONRA BİRİ ÇIKTI ONUN İÇİNDEN.

ÇOCUKLARA O YENİ BİR OYUN ÖĞRETTİ.

ARTIK GÖKKUŞAĞI ÇIKTIĞINDA ÇOCUKLAR BU OYUNU OYNUYORLARDI.

 

 

Resim9

Yazar: Öykü UĞUR

Öykü’nün Öyküleri

Bilen biliyor, Öykü benim yeğen. Şu anda 5 yaşında. O da hikayeler anlatıyor, annesine hikayelerini not aldırıyor, sonra da yazdırıyor. Ben de onun hikayelerini blogumda “Öykü’nün Öyküleri” kategorisinde yayınlayacağım. Tabi telif ücretini, artık oyuncak mı olur, kitap mı olur, pasta mı olur, bir şekilde ödeyeceğim…

Fırtınaya Direnen Kağıt

“İnsani değerler içerisinde en çok saygı gösterilmesi gereken değer cesarettir; çünkü cesaret diğer bütün değerleri güvence altına alan değerdir.”  Winston Churchill 

 

 

matthias-sindelar-02

Matthias Sindelar

Tarihi çok çeşitli açılardan okuyabilirsiniz. Devletler, halklar, milletler… İnançlar, ideolojiler, sınıflar… Çatışmalar, yükselişler, düşüşler… Bilim, sanat, spor, kültür, medeniyet…

Hangi açıdan ele alırsak alalım, insanı olmayan bir tarih de olmaz. Olayların içine sızmış, iyi ve kötü rolleriyle öne çıkmış insanların hikâyeleri, tarihi tamamlar.

Size anlatmak üzere olduğum hikâyenin bir iyi bir de kötü kahramanı var. Kötünün hikâyesi, tarihin çok çeşitli alanlarında sıkça işlendi. İyi adamın öyküsü ise daha az biliniyor. Aynı dönemde yaşamış bu iki insanın hayatı çeşitli zamanlarda kesişmiş. Biri kazanmış biri kaybetmiş. Biri ötekinin ölümüne yol açmış (gerçi burası tartışmalı ama bu da güçlü bir iddia.) Altı yıl sonra da öteki ölmüş.

Şimdi birinin mezarı, öldüğü şehrin mezarlığında mütevazi bir taşın altında, anısı da aynı mütevazilikle iyi insan hikâyelerinde duruyor. Diğerinin bir mezar taşı yok, anısı ise lanetliler tarihinin en üst sıralarında.

Avusturya-Macaristan imparatorluğunun iki şehrinde, 14 yıl arayla başlıyor hikâyeler. 1889 yılında bugün Yukarı Avusturya olarak bilinen bölgede bulunan bir küçük kasabada doğdu Adolf Hitler.

Matthias Sindelar ise, Hitler’in doğduğu kasabaya yaklaşık 400 km uzaklıkta, 1903 yılında yine Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, bugün Çek Cumhuriyetine bağlı, Morovya eyaletinin güneyindeki bir kasabada, yoksul bir demircinin oğlu olarak doğdu.

Yahudi kökenli olduğu iddiaları olsa bile Katolik bir ailenin çocuğuydu Matthias. Aynı ülkenin vatandaşları olarak doğan bu iki kişinin hayatları daha sonra Viyana’da kesişti. 1905 yılında Viyana’ya göç etmişti Sindelar ailesi. Hitler ise 1907 yılında, ressamlık eğitimi almak için geldi Viyana’ya.

Sindelar ailesi Çeklerin yoğun olarak yaşadığı Favoriten bölgesine yerleşti. Viyana Güzel Sanatlar Akademisi tarafından ressamlığa uygun olmadığı gerekçesiyle reddedilen ve ekonomik olarak zorluklar içindeki Hitler ise Sindelarların bir kaç kilometre ötesinde yaşıyordu. Mariahilf bölgesi olarak bilinen bu bölgede Alman milliyetçiliği yaygın bir ideolojiydi. Hitler’in ideolojisinin ilk tohumları da bu dönemlerde atılmıştı. İnsan ister istemez düşünüyor, birbirine bu kadar yakın yaşayan bu iki insan birbirleriyle karşılaşmışlar mıdır? Hayatının en buhranlı zamanlarını yaşayan genç Adolf ile çocuk Matthias bir şekilde karşılaştılarsa bile birbirlerinin farkına varmadıkları kesin. Ama ilerde birbirlerini tanıyacaklar.

Zayıf ve çelimsiz bir çocuktu Matthias. Futbola ilgiliydi ve az rastlanan bir yeteneği vardı. Viyana sokaklarında top koşturduğu yıllarda 1. Dünya Savaşı başlamış ve babasını bu savaşta kaybetmişti. Babasının silah arkadaşı (aynı orduda bulunmak kadarıyla) Adolf Hitler ise, savaştan bir gazi ve kemikleşmiş bir ırkçı olarak döndü.

Savaş sürerken 1918 yılında Hertha Viyana takımının altyapısına girdi futbol tutkunu Matthias. Sonraki yıllarda ülke futbolunun en önemli yıldızlarından birine, bir efsaneye dönüşmesine ilk adımı o yıllarda attı.

1924 yılında Avusturya Wien takımına geçerek profesyonel oldu. Bugün 10 numara olarak tariflenen yerde, forvet arkası pozisyonunda oynuyordu. Üstün tekniği ve hızıyla Avusturya Wien takımında harikalar yarattığı yıllarda, zayıf ve çelimsiz yapısına ithafen “kağıt adam” lakabıyla anılıyordu. 1926 yılında Avusturya Milli Takımı’na seçildi. Sonraki yıllarda “harika takım” (wünderteam) olarak adlandırılan Avusturya Milli Takımı’nın en önemli yıldızıydı.

Matthias’ın fırtına gibi estiği yıllarda Adolf Hitler ise kendisine farklı bir kariyer yapıyordu. Bilinen hikaye, ayrıntısına gerek yok.

1938 yılına gelindiğinde Matthias 1 şampiyonluk, 5 Avusturya Kupası, ve 2 Orta Avrupa Kupası kazanmış bir takımın, milli takım kariyerinde 43 maçta 27 gol atmış kahramanı, yaşayan efsanesiydi. Hitler ise Almanya’yı demir yumruğunun altına almış, gözü dünyanın fethinde olan çılgın bir ırkçı diktatör…

Anschluss

Almanca “birlik” anlamına gelen bu kelime, ilk olarak 1919 yılında ortaya atılmış, Alman ve Avusturya halklarının birlikteliğini anlatan bir düşünce olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Uzun yıllar boyunca sosyal demokratlar tarafından savunulmuş, ancak Nasyonal Sosyalistler tarafından popüler hale getirilerek uygulamaya da girişilmiştir.

12 Mart 1938 yılında Alman 8. Ordusu sınırı geçerek Avusturya’yı ilhaka başlamıştı. Her yerde alkışlanan ve Avusturyalıların çoğu tarafından sevinçle karşılanan bu olayı ilhak olarak nitelemek de çok doğru değil aslında. Nazilere ilgi o kadar yoğundu ki, rejimin en önemli isimlerinden Hermann Göring “Biz bile bu kadar sempatiyle karşılanacağımızı tahmin etmiyorduk” diyordu.

15 Mart 1938’de ise Hitler Viyana’da yüzbinlerce Avusturyalı’ya hitap ediyor, “Politik mücadelem süresince halkımdan çok sevgi gördüm fakat Avusturya sınırını geçtikten sonra gördüğüm sevgi selini hiçbir zaman görmedim. Biz zorbalar olarak gelmedik, kurtarıcılar olarak geldik” diyordu. Hitler’i izleyenler arasında Sindelar var mıydı, onu bilmiyorum ama onu onaylayıp alkış yağmuruna tutanlar arasında olmadığı kesin.

10 Nisan 1938’de ilhak için bir referandum yapıldı Avusturya’da ve Avusturya halkı %99,73’le ilhaka evet dedi. Bu güçlü irade beyanına artık ilhak denebilir mi?

“Anschluss”u takip eden birkaç günde, içinde komünistlerin ve sosyal demokratların da bulunduğu muhalifler ile Yahudilerden oluşan 70.000 kişi tutuklandı. Mayıs 1938’den itibaren ırkçı Nüremberg Yasaları yürürlüğe konuldu. Aynı yılın 9-10 Kasımında, Kristal Gecesi olarak bilinen olayla, III. Reich’da Yahudi soykırımının ilk adımları atılmaya başladı. O günlerde Viyana’da yaşayan binlerce Yahudi toplanarak Dachau Toplama Kampına gönderildi, (tabiiki hayatta kalanlar.) Yahudilerin evleri, dükkanları yağmalandı, Sinagoglar yakıldı.

Geride kalan Yahudiler ise tecrit edildi, mallarına el konuldu…

Naziler ve Futbol

Hitler bir futbolsever değildi, hatta nefret ettiği söylenir. Ancak futbolun kitleleri mobilize edebileceği bir alan olduğunu anlaması uzun sürmedi. 1920’li yıllardan itibaren halk içinde çok popüler olan bu oyunu, Nazi propagandası için kullanmak istemesinde hiç de şaşılacak bir yan yoktu.

Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbells futbol için “Bir maçı kazanmak insanlar için bir şehri fethetmekten daha değerli” tespitinde bulunuyordu.

Alman ırkının üstünlüğünü gösterebilecekleri bir alan olarak düşünülen futbol için, 1930’lu yıllar boyunca bir çok düzenleme yapıldı. Düzenleme dediysek, Yahudi, aryan olmayan, komünist, muhalif futbolcuların derdest edilmesi, yerlerine güçlü Alman gençlerinin ikame edilmesiyle başlayıp, kulüplerin yarı militer örgütlenmesiyle devam eden uygulamalardan bahsediyorum.

Ancak, yarı militer, üstün Alman ırkı propagandasının unsuru olarak yeniden dizayn edilen Alman futbolu, Nazi liderlerinin beklediği başarıyı bir türlü sağlayamadı.

Aynı yıllarda Sindelarlı Avusturya milli takımı ise tarihinin en parlak dönemlerini yaşıyordu. “Kağıt adam” Avusturya halkının sempatik bir kahramanıydı.

Güçlü Alman Milli Takımı

“Anschluss”un ardından Naziler, güçlü Avusturya Milli Takımı oyuncularını Alman Milli Takımına katmayı ve yenilmez bir Reich takımı kurmayı hayal ediyorlardı.

Böyle bir takım Sindelarsız düşünülebilir mi? Ancak “kağıt adam” yaşının geçtiği ve sakat olduğu gerekçesiyle, Alman Milli Takımına girme tekliflerini iki kere reddetmişti. Teklif dediğime bakmayın, teklif eden Nazi iktidarı…

Sindelar’ın bir çok arkadaşı ya istekle, ya baskıya boyun eğerek Alman Milli Takımına girmeyi kabul etmişlerdi. Yeni transferleriyle güçlenen Almanlar, ilk maçını Avusturya Milli Takımından geriye ne kaldıysa onunla oynayacaktı. Geriye kalanlar içinde Sindelar da vardı. Nazileri reddedip Avusturya Milli Takımında kalan Sindelar.

Dostluk maçı olarak organize edilen bu maç aynı zamanda “Anschluss” kutlamalarının da bir parçasıydı. Ama sonucunun ya Almanların kazanması ya da berabere bitmesi gerektiği Nazi(k)ce bildirildi Avusturyalı yetkililere.

Futbol Bazen Sadece Futbol Değildir

Tarih bazen bir insana, ne kadar güçsüz de olsa kendi anıtını dikecek bir şans verir. Zamanını ve yerini bulan bir söz, bir eylem, hiçbir silahın yapamayacağı işleri yapar. Kahramanlık, tarihin ayağına getirdiği fırsatı kullanmaya cesaret etmektir ve çoğu zaman bir kere tanınır bu şans.

3 Nisan 1938… Viyana soğuk geçen kışı geride bırakırken, politik çalkantılarıyla birlikte ılık bir bahar gününe uyanıyordu. Prater Stadion’u dolduran on binlerce Avusturyalıdan bir kısmı sadece bir maç izlemeye gelmişti belki. Ama protokolü dolduran üst düzey Nazi yetkililerinin de içinde bulunduğu büyük çoğunluk, bir propaganda izlencesine tanık olmak için oradaydı.

“Hitler Almanya’dır, Almanya da Hitler” sloganı üstüne inşa edilmiş, tarihin en güçlü propaganda mekanizmalarından biri olan bu “führer devleti”nin milli takımı da hiç kuşkusuz, sahadaki “Hitler”di. Karşısında ise yıldızları sökülmüş bir Avusturya ve onu taşıyan Sindelar…

Dünyayı kasıp kavuran bir fırtınanın karşısında “kağıt adam”ın şansı nedir demeyin, uçurtmalar rüzgar gücüyle değil o güce karşı koydukları için uçarlar.

Tarihin o eşsiz kahramanlık fırsatı maçın 70’inci dakikasında, bir top olarak düştü Alman ceza sahasının içine. Cesaretle aldı bu fırsatı Sindelar. Yumuşak bir dokunuşla, topu faşizmin ağlarına gönderiverdi. Bütün stat golün şaşkınlığını yaşarken, Sindelar gol sevincini Nazi protokolünün önünde, onlarla alay edercesine dans ederek kutluyordu. Onurunu kırıyordu faşizmin.

Birkaç saniye süren şaşkınlığın ardından, bu golün nereye atıldığını anlayan tribünler ayağa kalktı ve tek bir ses yükseldi: “Avusturya, Avusturya, Avusturya…”

Bu golün ardından cesaretini toplayan Avusturya Milli Takımı bir gol daha buldu: 2-0. Maçı bu skorla kazandılar.

Şehri Hitler fethetmişti ama maçı Sindelar kazandı…